Yalnızlık, insanın varoluşundan beri doğasında olan; ruhuna ve kişiliğine işlenmiş en ezeli duygulardan biridir. Bazen kendi isteğimizle bazen de zorunda olarak yalnız kalırız böylece yalnızlığa atfettiğimiz anlamlar da durumdan duruma değişkenlik gösterir. Kendi talebimizle oluşturduğumuz yalnızlık bir özgürlük biçimi olarak karşımıza çıkarken, zorunda kaldığımız yalnızlık bir mahkumiyet olarak algılanır ve çoğu zaman acı verici bir yerde konumlanır.
İnsanı içine çeken, kurtulması zor bir girdaba dönüşen yalnızlık duygusu geçmişten günümüze bütün coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür ve sürdürmeye de devam edecektir. Nüfusun arttığı, çevrenin kalabalıklaştığı bir ortamda bunca insana rağmen yalnız olmak veya yalnız hissetmek insan ruhunu sarsan bir nitelik taşır. İşte böyle anlarda yardımımıza edebiyat koşar. Bu duyguyu anlamanın ve açıklamanın en güzel yollarından biri olan edebiyat, yalnızlık duygusunu farklı temalarla detaylıca işler. Yalnız olduğumuzu düşündüğümüz zamanlarda hissettiklerimiz konusunda yalnız olmadığımızı hatırlama ihtiyacı duyarız, bizimle aynı duyguları paylaşan başka birilerinin varlığına sığınırız. Gelin, yalnızken yalnızlığımızı paylaşabileceğimiz eserleriyle bize farklı bakış açıları sunan yazarlara birlikte bakalım!
1. Jean-Louis Fournier’in Kaleminden Yalnızlık

“Sizi seven birinin ölümü artık hayatınızda daha az sevgi olacağı anlamına gelir.” (Tek Yalnız Ben Değilim, sf.17)
Modern Fransız edebiyatının en gözde isimlerinden biri olan Fournier, elbette yalnızlık denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biridir. Yazarın, neredeyse bütün kitapları yalnızlık teması etrafında çevrelenmiş olmakla beraber bu temayı daha çok bireysel bir yalnızlık üzerinden işler. Özellikle, eşinin ölümünün ardından yaşadığı yalnızlık kalemine yön verici olmuştur. Yalnızlık, onun eserlerine ölüm, kayıp ve yaşlılıkla birlikte dahil olur. Bu durum yalnızlığın bir tercih değil, hayatın sunduğu bir kader olduğunun en belirgin kanıtıdır.
“Cep telefonumdan senin ismini sildim. “Bul” a bastım, “Sylvie”yi bulana kadar aşağı indim, sonra “seçenekler”e bastım ve “sil’i seçtim. Ekranımda korkunç bir yazı belirdi: “Sylvie’yi silmek mi istiyorsunuz?” Epeyce tereddüt ettim. Sonunda, hüzünle “evet” tuşuna bastım. Kendimi atom bombasının kırmızı düğmesine basan bir cumhurbaşkanı gibi hissettim.” (Dul, sf.54)
Eserlerindeki bu kadersel durum temaya dramatik bir yön kazandırmaz, tam aksine yalnızlık gibi ağır bir temayı işlerken bile alaycılıkla anlatır. Dilin inceliklerinden mizahı ve sadeliği birleştirir. Böylece yalnızlık günlük hayatın sıradan bir problemi gibi karşılanabilir, basite indirgenebilir. Uzun ve süslü cümlelerden uzak doğrudan anlatımıyla Fournier, yalnızlığı tam iliklerimize kadar işleyeceğimiz anda eklediği nüktelerle olayı hafifletir.
“Bir kişiyi özlersiniz ve bütün dünya ıssızlaşır.” (Tek Yalnız Ben Değilim, sf.35)
Monologlarla döşeli metinleri ise bizlere iç sesimizle konuşuyormuşuz hissiyatı verir. Benzer olaylarda, benzer yaşanmışlıklara sahip herkesin aklından geçenleri nokta atışı tespitlerle sunar. Yalnızlığa karşı takındığı soğukkanlı tavır ise onu bu türde en özgün kılan noktasıdır.
2. Clarice Lispector’un Kaleminden Yalnızlık

“Herkesin biraz yalnız, biraz da üzgün olduğu gerçeği ile ne yapabilirsiniz?” (Yıldızın Saati ,sf.48)
Lispector, yalnızlığı fiziksel bir yalnızlık olarak sınırlı tutmaz. Onun karakterleri varoluşsal bir mesele olarak yalnızdır. Genellikle iç dünyalarına hapsolmuş, kendinden başka kimseye kendini anlatmayan hatta anlatamayan, dünyayı kendi çabalarıyla anlamaya çalışan karakterler çıkar karşımıza.
Bir hikâye anlatıcısı gibi işlemez eserlerini, yoğunlukla bilinç akışına rastlarız. Bu da karakterlerin aklından geçenlere şahitlik etmemizi sağlayan en önemli faktörlerden biridir. Yalnızlık burada genellikle dışlanmışlıkla da beraber gelir. Dışarıda gördüğümüz ve yanından fark etmeden geçip gittiğimiz karakterlerin kendilerini keşfetme yolculuklarındaki geç kalmışlıklara odaklanır yazar. Bu geç kalmışlık da karakterleri olduğundan daha fazla yalnızlaştıran bir durumdur aslında. Yalnızca çevresine ve diğer insanlara karşı bir yabancılaşma değil bireyin kendine de yabancılaşması işlenir. Öyle ki karakterler çoğunlukla kendi varlıklarını bile idrak edemeyen, yaşamanın gerektirdiklerini yerine getirerek yaşamaya çalışan bireylerdir.
“İnsan türüne ait olmadığıma ilişkin içimde tuhaf bir izlenim var.” (Yaşam Suyu, sf.30)
Karakterlerin kendilerini tanıma yolculukları ise onları kendilerine yaklaştıran, ruhlarını tanımalarını sağlayan bir durum olarak karşımıza çıkmaz çünkü karakterler kendilerini tanıdıkça dünyaya ne kadar yabancı olduklarını fark eder. Bu sebeple anlaşılmak ve anlatmak onlar için zorlu belki de imkansız bir yolun başıdır. İçsel bir kaosun hüküm sürdüğü çalkantılı karakterler kendilerini çözümleyemedikleri için daha büyük bir yalnızlıkla baş başa kalır.
3. Latife Tekin’in Kaleminden Yalnızlık

“Bu kadının hiç korkusuz günü olmayacak mı bu dünyada!” dedi. Başını yere indirdi. Bir an daldı. “Annemin yazısını alnına Allah yazmadı mı?” diye sorup başını kaldırdı. (Sevgili Arsız Ölüm, sf.237)
Büyülü gerçekçilik akımının ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden biri olan Latife Tekin, eserlerinde yalnızlık temasını sıklıkla işler. Yalnızlık onun eserlerinde tek bir perspektiften anlatılmaz daha ziyade çok katmanlı bir yapıya sahiptir ve birçok yalnızlığı beraberinde getirir. Örneğin, aileden kaynaklı yalnızlık bir toplumsal yalnızlığa, toplumsal yalnızlık bir göçmen yalnızlığına, göçmen yalnızlığı ise kadın yalnızlığına dönüşür ve bu kuşaklar boyu işlenir. Şiirsel dili ve imgeli anlatımı okuyucuya bir masalın içinde sürükleniyormuş hissiyatı verir. Sıklıkla halk hikâyeleri ve efsanelerinden beslendiği için okuduğumuz satırlarda aşina olduğumuz detaylara rastlarız.
Tekin’in eserlerinde yalnızlık bireysel bir travmayla ortaya çıkmaz, daha çok süregelen bir düzeni anlatır. Kadersel bir düzen mevcuttur. Kuşaklar arasında aktarılan, tanıdık, bilinen bir yalnızlıktır. Müdahale gerektiren bir durum gibi görülmez, alışılmıştır.
“Canımız sıkıldıkça tepesine bindik bunalttık, derinine inemedik kızın, bakma sen şimdiki haline.” (Sevgili Arsız Ölüm, sf.236)
Özellikle, “Sevgili Arsız Ölüm” kitabındaki Dirmit karakteri yalnızlığın ve anlaşılmayışın izlerini taşır. Dirmit, ailesi tarafından anlaşılmayan, var oluşuna izin verilmeyen, birey olma hakkı tanınmayan bir karakterdir. Ona biçilen roller aile içinde belirlenmiştir, bunların dışına çıkmasına izin verilmez. Böylece kendi yalnızlığı içinde büyümeye ve yaşamaya çalışır Dirmit. Bu sınırlandırılmışlığın ve yalnızlığın içinde kendine en yakın olanla iletişim kurmaya başlar; iç sesiyle. Ancak onun iç sesi bile en yakın arkadaşı olmakta zorlanır. Düşünce yapısını ailesinden gördüğü tavırlar ve hareketler şekillendirdiği için zaman zaman iç sesi de düşmanı olur, yanında değil karşısında konumlanır.
Yani, Latife Tekin yalnızlığı sadece bir duygu olarak değil; toplum ve aile baskısıyla şekillenen bir gerçeklik olarak işler. Onun karakterleri dünya tarafından yalnızlaştırılmışlardır.
Kaynakça:
Fournier, Jean-Louis. Dul. Yapı Kredi Yayınları, 2021.
Fournier, Jean-Louis. Tek Yalnız Ben Değilim. Yapı Kredi Yayınları, 2023.
Lispector, Clarice. Yıldızın Saati. Monokl Yayınları, 2021.
Lispector, Clarice. Yaşam Suyu. Monokl Yayınları, 2023.
Tekin, Latife. Sevgili Arsız Ölüm. Can Yayınları, 2018.
Öne çıkan görsel: wannart.com