Felsefe tarihine yepyeni bir boyuttan bakmayı başarmış varoluşçuluk düşüncesi, bir diğer ismiyle egzistansiyalizm, insanı nesne kimliğinden kurtarıp özne haline getirmiştir. Varoluşçuluğa göre insan içerisinde bulunduğu belirsizlik, korku ve kimlik arayışından yalnızca kendi seçimleri ve iradesiyle kurtulabilir; kendi yolunu çizen insanın kendisidir. Varoluşçuluk ve edebiyat tam da bu noktada buluşurlar çünkü edebiyat insanın anlamlandırma ve anlaşılma çabasıyla yaratması, adım atması ve kendisinin başlangıcı olması değerini taşır. Bu benzerlik yazarların varoluşçuluk düşüncesiyle pek çok eser kaleme almasını da beraberinde getirmiştir şüphesiz, bu yazıda varoluşçuluğun hangi yazarların düşünce ağına takıldığını beraber inceliyoruz!
Jean Paul Sartre

“Bir şey, sona ermek için başlamıştır.”
Varoluşçuluk dendiğinde akıllara ilk gelen isimdir Jean Paul Sartre, zihinlerimizdeki bu belirgin yerini ise egzistansiyalizm düşüncesini ilk kez sistematik biçimde ortaya atmasına borçludur. Filozof kimliğinin yanında başarılı bir yazardır Sartre, edebiyat ile ilgilenmekten çekinmemiş; onu oluşturduğu felsefeyi güçlü kılmak adına ustaca kullanmıştır. Varoluşçuluk temasını en belirgin biçimde Bulantı romanında işler, varoluşçuluk düşüncesinin bireyin sorgulama ve hesaplaşma evrelerinde kendi içindeki yansıması en kısa şekilde “bulantı” ile tarif edilebilir.
Romanın ana karakteri Roquentin, kendisinde gözlemlediği değişimleri güncesine not etmeye başlar ve bu değişimin sebebinin arayışında roman ilerleyiş kazanır. Kendisindeki değişimin, varoluşun, engellerin ve de ölümün ardındaki sebebi ararken kahramanımız, odaklandığı dış nesnelerin anlamsız olduğunu; tek kaynağın kendisi olduğunu fark edecektir. Tüm bu arayış ve huzursuzluk içinde sonuca varan çabalar bireyin hayata kendi isteğiyle gelmediği düşüncesini, yaşamın ızdırapındaki yansımayı bizlere egzistansiyalizmin çizgileriyle anlatılır.
Jean Paul Sartre, aynı zamanda Edebiyat Nedir? adlı eserinde edebiyatın bir eylem tarzı olduğunu, insanın ve tüm insanlığın kendini kurtarma girişiminde bir özgürlük eylemi olduğunu ifade eder. Edebiyatının tanımı dahi varoluşçuluk ışığında açıklanır Sartre’ın gözünde.
Oğuz Atay

“Belki de ilk defa, uyandığı zaman, kafasında tek düşünce olmasını istedi. Tek bir amaçla uyanmak istedi: kalkmak ve yola çıkmak.”
Modern insan için yaşamak; karanlık bir dünyada, yüce bir anlamdan yoksun gerçekliği hiç bulunmayacak da olsa anlama arayışıdır. Bu arayış bunalımlı bir varoluş olarak özetlenebilir ve 20. yüzyıl insanının bilincindeki sancıyı açık eder. Oğuz Atay‘ın kaleminden okuduğumuz başyapıt Tutunamayanlar ise 20. yüzyılın ikinci yarısındaki, modern ve aydın insanın arayışını işler.
Varoluşunun bilincine varan modern insan kendisini anlamsızlığın kollarında bulur; varoluşunu kendi gerçekleştirecek olsa da dünyadaki hâli bir nevi bu gezegene atılmış düşüncesi uyandırır ona. Herhangi bir anlama, motivasyona adapte olamayan aydın birer tutunamayana dönüşür. Tüm bu varoluşçuluk denklemi Atay’ın Tutunamayanlar romanının iskeletini oluşturur. Benliğinin bilincine ulaşma yolunda olan Turgut Özben, bu arayışı Selim Işık’ın ardından sürdürmektedir. Arkadaşının ölümü kendi varoluşunu aydınlatır, yolun sonu ise varoluşsal tema ile biçimlenerek karanlığa çıkar.
Samuel Beckett

“Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz.”
Varoluşçuluk düşüncesi Albert Camus‘nün katkılarıyla köklenerek “absürt“ fikrini ortaya çıkarır. Absürdizm, bireyin anlam arayışı sonucunda hayatın manasını bulamaması ile çevreyi birer saçmalık olarak algılaması düşüncesidir ve varoluşçuluktan ayrı düşünülemez. Samuel Beckett ise absürdizm ve varoluşçuluk felsefesini, onu belki de en güçlü yansıtan dalda, tiyatroda kaleme almıştır. Godot’yu Beklerken adlı tiyatro, dünya edebiyatındaki ilk absürt tiyatro olarak önem taşır; bunun yanında varoluşçuluk temasıyla dikkat çeker.
Godot’yu Beklerken adlı eser, Godot adlı kurtarıcıyı bekleme ekseninde oluşturulmuş bir tiyatrodur. Godot, varlığının ne olduğu tam olarak bilinmeyen soyut bir kavramdır. Kimine göre Godot, bir Tanrı’dır, kimine göre bir melek, kimine göre devrim, kimine göre çok güçlü bir insan… Samuel Beckett, bu konuyu baz alarak okuyucuyu varoluşa yönlendiren birkaç soruya iter: Godot’yu beklerken neler olabilir? Godot geldiğinde ne değişir? Godot’yu beklemeye değer mi?
Eserin iki ana karakteri olan Vladimir ve Estragon, bilinmezlik içinde olsalar dahi Godot’yu beklemeye devam ederler fakat bu bekleyiş onlar dışında varoluşunu anlamlandıramamış herkeste gerçekleşmektedir. Beckett böylelikle bizlere tiyatrosunda detaylı karakterler yazmadığı halde şahane bir sosyal ayna rolü üstlenerek varoluşunun kendinde başladığını anlayamayan insanların boş bir bekleyişte tükendiğini göstermektedir. Bu gerçeklik okuyucunun ve izleyicinin kendini sorgulamasına olanak sağlarken varoluşçuluk düşüncesini deneysel bir yolla aktarmayı başarır.
Demir Özlü

“Ve düşün: Kazandık mı? Yitirdik mi? Kim kazandı? Yitiren kim?”
Türk edebiyatında modernleşme çalışmalarının hız kazandığı 1950 kuşağındandır Demir Özlü, eserlerini varoluşçuluk felsefesine gerçeküstü bir pencereden bakarak meydana getirmiştir. Eserlerinde toplum içinde kaybolan bireyin varoluşunu kendi adımlarıyla gerçekleştireceğine dikkat çeker, sosyal hayatın bireye etkisi ve yansıması meselesine önem vermiştir. Aynı zamanda varoluşçuluk düşüncesinin Batı kaynaklı olmasına karşın tüm insanlık için geçerli olduğunu savunmuş, böylelikle ideolojiye yeni ve sosyal bir açı kazandırmıştır.
Kaleme aldığı Bunaltı adlı öyküsünde başkarakter eski sevgilileri üzerinden bir iç sorgulama sürecine başlar, bu sorgulama yalnızca geçmiş ilişkileri ile yüzleşmekten fazlasıdır. Özlü, usta bildiği Sartre‘dan etkilenerek onun kullandığı içselleştirmeye dikkat çekmiş; bu derinliği aforizmatik tonda söylemler ile pekiştirmiştir.
Demir Özlü, Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları adlı romanında Selim karakteri ile arayışa çıkar, bu arayış karakterin iç huzursuzluğunun peşine düşmesiyle başlar ve pek çok farklı sebebe dayandırır ruhundaki gölgeyi. Buduğu onca nedene rağmen bundan kurtulamayan Selim’den şu sözleri okuruz:
“Bir şeyler, çok canlı, biraz da sert bir şeyler gelip beni bulmalı….
Geleceğimi kurmak istemiyorum. Yaşanmış şeyleri yeniden yaşamak…
Bilmem anlatabildim mi, önceden belirli bir yaşam.”
Bu söz ile Selim’in karakterini açığa vuran Özlü, aynı zamanda varoluşçuluk gerçeğinin kişinin bilincinde saklı olduğunu fakat bununla yüz yüze gelmek yerine kaçarak yaşamını gerçekleştirmekten uzaklaştığını bizlere göstermektedir.
Kaynakça
Öne çıkan görsel: eternalisedofficial.com
Akgün, Ali. “Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları Romanında Varoluşçuluk Felsefesinin İzleri”. Hikmet – Akademik Edebiyat Dergisi 8. 16 (2022): 437-450
Kurt, Mustafa. “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve İlk Etkileri”. Gazi Türkiyat 1. 4 (2009): 139-154
Erdem, Meliha Yonca. “Tezer Özlü ve Leyla Erbil’in Romanlarında Varoluşçuluk”. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 2019
Şahin, Yunus. “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatında Algılanışı ve Tutunamayanlar” Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi 4. 1 (2020): 78-91
Kemiksiz, Cansu. “Varoluşçuluk, Absürt Tiyatro ve Godot’yu Beklerken Oyununun Varoluşçuluk Açısından İncelenmesi”. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi. 38 (2024): 326-338