Servet-i Fünun’un önemli yazarlarından biri olan Mehmet Rauf; bizlere Eylül, Bir Aşkın Tarihi, Genç Kız Kalbi ve Halas gibi pek çok eser bırakmıştır. Bugün sizler için yazarın 1923’te önce Tanin gazetesinde sonra da 1924 yılında kitap halinde yayımlanan Karanfil ve Yasemin adlı eserinden alıntılar derledik.
Karanfil ve Yasemin’de, yazıldığı yıllardaki Batılılaşma, kadın-erkek ilişkileri ve toplumun gelenek göreneklerindeki değişiklikler bir aşk üçgeninin de yardımıyla dikkatlice incelenir. Yurt dışından İstanbul’a dönen Samim; Pervin ve Nevhiz arasında kalırken eserdeki diğer karakterlerden olan Saraylı, Paşa, Doktor, Pertev, Şeref ve Yazdan gibi karakterler de dönemin getirdiği yeni özellikler ve eskilerin kuralları arasında bir denge kurmaya çalışmaktadırlar.
- “Vakıa İstanbul’da böyle bir alemde ilk defa bulunuyorsam da bunun bizim hayatımız için pek emsalsiz bir muvaffakiyet olduğunu anlamak hiç güç değil hanımefendi… Bundan dolayı son derece tebrik ederim… Bilhassa salonunuzun terbiatı, tefrişatı bir harika-i sanattır; pek belli ki buna rastgele bir mefruşat çırağı değil, ince ve yüksek bir zevk nezaret etmiş.” (s. 18) (terbiat: düzenleyiş, tanzim, muvaffak olmak: başarmak, başarılı olmak, tefrişat: döşemenin gerektirdiği bütün parçalar veya eşyanın tümü)
- “‘Başka çare mi var?’ diye haykırdı. Başka çare var mı? Açlıktan ölecek hale gelmiş bir adam eline yiyecek bir şey geçirince nasıl tereddütsüz midesine indirirse biz de aynı mevkideyiz. Zarar, elbette zarar göreceğiz… Fakat bu hayattan uzak kaldığımız asırlarda daha ne feci, daha ne korkunç zararlar gördük… Öyle ki şimdi gördüğümüz zararlar eskisine nispetle kardır; zira başka türlü mahvımız muhakkaktır.” (s. 22)
- “Asırlardan beri birbirinden ayrı yaşamış iki cins, şimdi birdenbire birbirine mülaki oluyor; bunlar birbirinin karşısında sadece durmaktan acizdirler, halbuki biz en son danslara kadar her şeyi serbest bırakıyoruz… Artık bu şart dahilinde seyreyleyin siz gümbürtüyü, değil mi?” (s. 23) (mülaki olmak: görüşmek, buluşmak, kavuşmak)
- “O zaman onunla bir aşk hayatı tasavvur ediyordu. Bir roman tertip eder gibi en latif maceralar, en hoş vakalarla onunla leb-ber-leb bu hayatın aşk usaresini massederken, birdenbire garip bir hadise-i hissiye oldu; bütün bu zevklerin, bu saadetlerin, şu karşıda, karşısında ihtimal yarın, mümkün ve kabil olduğunu düşündü ve birdenbire, bu Zühre, bu kamer, bütün bu yıldızlar, bütün bu ağaçlar, bu tabiat, bu kainat, bütün hilkat, bütün insaniyet, yalnız onun hüsnünün haşmeti, yalnız onun ruhunun saltanatı için vücuda getirilmiş zannetti.” (s. 67) (leb-ber-leb: dudak dudağa, usare: öz suyu)
- “Damarlarındaki kan en uzak noktalarına kadar tutuşmuş, yanıyordu. Her nefes alışında muazzez saniyeye bir an daha yaklaştığını düşünerek seviniyordu.” (s. 161)
- “Tam benim emelim, benim fikrim, diye ah etti. Size çay gecesi balkonda da söyledim. Biz her şeyimizle birbirimiz için dünyaya gelmişiz… Sizi ne kadar tanırsam, buna o kadar kuvvetle inanıyorum. Hem yalnız maddeten değil, manen ve ruhen, kalben ve hayalen, her nokta-i nazardan birbirimiz için… İşte bende size karşı öyle istediğiniz gibi galeyanlı bir aşk var… Sizi ölünceye, öldürülünceye kadar seveceğim… Bir tebessümünüze nail olmak için kainatı zirüzeber etmeye hazırım… Sizi ilk gördüğüm gün kalbime bir mızrak gibi girdiniz… Ve o vakitten beri bir saniye, tek bir saniye çıkmadınız… Sonra da benim aşkım hususunda mübalağa ettiğimi söylüyorsunuz… Bu halde siz beni kendi soğuk kalbinizle mukayese ediyorsunuz… Ve işte bunun için aldanıyorsunuz… Bunu siz de görecek, anlayacaksınız!” (s. 170)
- “Heyhat! Oysa ondan öyle bir aşk beklemişti ki, İstanbul seması bu kadar asırlardan beri bir mislini hiç görmemişti.” (s. 194)
- “Benim aşkımdan, zaafımdan istifadeye kalkmayınız… Uluvv-i cenabınıza, necabetinize eminim… Beni yeni azaplarla mahvetmeyiniz… Sizin için zaten çok azap çektim… Biraz geç olsa bile sizi de bana merbut bilmek benim için yine bir saadettir… Ve bu saadet bana kafidir! Ah bilseniz, bu sükunu ne müthiş azaplardan sonra elde ettim… Aşkınızı büyük bir matemle kalbime gömmüştüm… Sonra birdenbire siz zuhur ettiniz… O vakit ölmüş zannettiğim eski aşkın tekrar canlandığını gördüm… İlk günler kendi kendime ‘Onu hala seviyorum… Fakat mademki onun bundan hiç haberi olmayacak…’ diyor, vicdan azabı, korku hissetmiyordum… Fakat şimdi, ki siz her şeyi öğrendiniz, şimdi tehlikeyi görüyorum… Ya sizle artık hiç görüşmemek lazım yahut bana vaat etmelisiniz… Beni öldürmek istemiyorsanız, size yalvarıyorum beni yeniden harap etmeyiniz… Bana acıyınız…” (s. 264)
- “Ah, seninle birlikte Pol ve Virjini gibi olmak ve onlar gibi ölmek isterdim… O kadar vakit bensiz yaşamışsın ki zevcim olsan bile, bu seneler beni yine harap edecekti… Biz dünyaya beraber gelmeliydik, beraber büyümeliydik, sonra tıpkı Pol ve Virjini gibi beraber ölmeliydik… Ne saadet olurdu değil mi? Doğduktan ölünceye kadar bila-istisna her dakika, her saniye yalnız birbirimiz için, birbirimizin olarak yarınsız ve dünsüz, başka hiçbir rabıtayla, hiçbir endişeyle, hiçbir tercihle merbut ve muallak olmadan dünyanın, hayatın dışında yaşamak. Ne nefis bir rüya!” (s. 266) (merbut: bağlı, muallak: asılmış, asılı, bağlı)
- “Birini beni istemediği halde niçin seviyorum, ötekini benim için can verdiği halde niçin istemiyorum?” diye kendini harap ediyordu.” (s. 280)
- “Nasıl, bütün hayatının yegane saadeti olarak tebcil ettiği adam bu kadar adi miydi? Bahusus aşkı… bütün mukaddes şeylerin en mukaddesi olarak taziz ettiği aşkını böyle murdar bir şey gibi terk ve reddetmeye mi mecbur kalacaktı?” (s. 292) (bahusus: özellikle)
- “Halbuki kendisi bu aşkı ne kadar süslemiş, ne yüksek emellerle tezyin etmiş, nasıl şayan-ı takdis bulmuştu.” (s. 310) (tezyin: süsleme)
- “Düşünüyordu. Sevmiş miydi? Sır! Neydi? Muamma! Bir rüya gibi anlaşılmadan zail olmuştu. Bir sfenks olarak görünmüş, bir sfenks olarak geçip gitmişti?” (s. 321) (zail olmak: yok olmak, ortadan kalkmak)
- “Dünyaya sevmek, saadet verip mesut olmak için gelmiş bu şayan-ı perestiş mevcudun böyle eriyip gideceğini bilmek ve buna kendisinin sebep olduğunu düşünmek onu mahvediyor, bu feci işin gayr-ı kabil-i tahakkuk azim bir musibet olduğunu kabul ederek, doktorun yanılmak ihtimalini titrek bir ümit halinde düşünüyor yahut buna Halik’ın da müsaade etmeyeceğine, hastanın nasıl olursa olsun kurtulacağına inanmak istiyordu.” (s. 329)
Rauf, Mehmet. Karanfil ve Yasemin. İstanbul: Can Yayınları, 2021.