Kendini renklerle, çiçeklerle ifade eden bir şairdir Didem Madak. Daima bir omzunda çocukluğunu diğerinde ise annesinin yasını taşır. Kitaplara sığınan ve yaşadığı toplumu gözlemleyen bir insandır. Tüm yaşamı zorluklarla geçen Didem Madak’ın tecrübeleriyle yazdığı Ah’lar Ağacı şiirini inceleyeceğiz.
Didem Madak ve Şairliği

“Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım.”
Didem Madak
Didem Madak 8 Nisan 1970’de İzmir’de doğar. 13 yaşındayken annesini kaybeder. Şair olması da annesi aracılığıyla olur. Didem Madak’ın şiirlerinde hep çocukluğunun sesi duyulur. Tam pembe bir dünyadan bahsettiğini sandığınızda sizi acı bir gerçekle yüz yüze getirir. Anne özlemi ve bitmeyen yası şiirlerinin merkezindedir. Şair annesini biraz da şiirleriyle yaşatır. Ataerkil zihniyetin kadına dayattığı rolleri reddeder ve kendi seçtiği yolda devam etmekte diretir. İlk evliliğinde mutsuz günler geçiren Didem Madak, şiirlerinde toplumsal normlara sıkışmış kadınları yansıtır. Şiirleri kişisel hayatını kapsasa da çevresine karşı duyarlıdır. Toplumda gözlemledikleriyle ve eleştirileriyle harmanlar kalemini. 24 Temmuz 2011’de kolon kanseri sebebiyle aramızdan ayrılır. Didem Madak şiiri ile ilgili ise Varlık Dergisi’nde şunları söyler;
“Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…” (Varlık Dergisi, Sayı 1141, 1 EKİM 2002) (Didem Madak’ın Müjde Bilir’le yaptığı bir röportaj)
Acılarla Büyüyen Nahoş Bir Ağaç: Ah’lar Ağacı

…İç ses diye seslendim sonra,
Ardından Yıldırım Gürses…
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve “tamir et bakalım” diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başroldeki kadınlar.
Şairin kendiyle başbaşa kaldığı ânı, iç sesiyle nasıl alay ettiğini görüyoruz. Mizah, umutsuzluğunu ve iç sesini bir anda bölüyor. Böylece Madak’ın boğucu düşüncelerle mücadele ediş yöntemlerinden biri görünüyor. Baba figürü Madak için büyük bir hayal kırıklığı. Onun için bazı şeylerin hep eksik kalacağı ve acıtmaya devam edeceği anlaşılıyor. “Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.” dizesinde şair, her insanın kurtulmak istediği, rahatsız edici şeylere sahip olduğunu söylüyor. Şiirleri kendi hayatından izler taşısa da diğer insanların yaşamına da dokunuyor. “ Karnabahar kızartmıyordu asla başroldeki kadınlar.” dizesiyle de kadınların toplumda konumlandığı yere (ev, ev işleri), zorunluluklarına gönderme yapıyor.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan…
İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
…Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel boya koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu Tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
Didem Madak, kendini ağaçla eşleştirir. Aynı yaşlı bir ağaçta olduğu gibi yaşam, onda derin izler bırakmıştır. Her bir “Ah!” şairin yakarışıdır. Tam bu noktada onun yaşamaya devam etmesini sağlayan da Tanrı inancıdır. Tanrı’dan çocukken “erimeyen bonbon şekeri” isteyen, kardeşiyle kendine oyunlarla bir dünya yaratan çocuğun, gerçek dünyanın altında ezilmiş olduğu görülür. “Olanlar oldu Tanrım / Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!”
…Tanrı’nın arkasına saklansam.
O kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar…
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!..
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülürdü toprağa.
Annesini çocukken kaybeden şair dünyada yalnız kalmıştır. Bebeğine davranış biçiminde anne özlemi görülür. Ekmek kırıntılarını “umudun tarlası” olarak tasvir etmiştir. Sayısız “ah” bu sefer umutları ve hayalleri içindir. Baba kavramı ona yeterli güveni vermediği için Tanrı’ya güvenmeyi tercih etmiştir. Küçükken çoğumuza söylenen “Allah baba seni korur” telkininin de yansıması gibi görülebilir.
…Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim…
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!
Bıçağın ucundaydı insanların hafızası…
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,
Ulaşılmazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılamazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım…
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte…
Ahlat (Pyrus elaeagrifolia), dikenli ve yabani bir ağaç türüdür. Yaban armudu adlı meyvesi vardır. Tadı buruk ve acımsıdır. Şiirin ismi, ses yakınlığı olan “Ahlat” kelimesinden gelir. Ağaç, çeşitli kültürlerde yaşamın başlangıcını ve bilgeliği temsil eder. Aynı zamanda Yunan mitolojisinde Daphne, kendisine aşık olan Apollon’dan kaçarken babası Peneus tarafından ağaca dönüştürülmüştür. Şairin “ağaç” kelimesini çok anlamlı kullandığı görülür. “ Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının…sen sarılmak istesen ona, o sana sarılamazdı…” Ahlat ağacı yaşamı temsil eder ve zorludur. Aynı Tanrı gibi ulaşılmazdır. “İsmini yazardı herkes onun bağrına…Bıçağın ucundaydı insanların hafızası…” aynı zamanda da şairin kendisini temsil eder. Yaşadığı tecrübeler ve insanlar ruhunda acı izler bırakmıştır. Ahlat, söylenmeyen düşünceler ve susmak zorunda olan insanlardır. “Ahlat, ahların ağacıydı / Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, öyleydi işte.” Yalnız insanların sığındıkları ama acı çektikleri bir dünyayı temsil eder.
…Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.
Arttım fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan…
Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.
Şair, ahlat ağacıyla dertleşmektedir. Bu kısımda bir kadın olma meselesi vardır. Kadın, toplum algısında fedakâr ve vericidir. Ancak sürekli benliğinden bir parça verdiğini karşı taraf görmez. Maalesef verdikleri de hiçbir zaman yeterli olmaz. Didem Madak, ataerkil zihniyetin atadığı “fedakâr kadın” tanımına dikkat çeker ve ne yaparsa yapsın “eksik” görüleceğini söyler. Aynı zamanda bu zihniyetle, öldükten sonra bile mücadele edeceğine vurgu yapar.
Bir Omzunda Çocukluğu Bir Omzunda Anne Özlemi

…Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat ?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak ?
İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım…
Bazen sevinince annem gibi,
Rengârenk reçeller dizerim kalbimin raflarına…
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz…
Didem Madak kendi çocukluğunu öldüren yetişkinlere seslenir. Öldürmesek bile unutmadık mı çoğumuz çocuk halimizi? Bu sorguyu sadece şair yapmaz, onun kalemi aracılığıyla kendimizi de sorgularız. Vişne doğurganlığı ve verimliliği temsil eder. Olumludur. Bu yüzden yazarın annesiyle ve çocukluğuyla eşleşmiştir. Annesiyle olan sıcak anılarının arasına mezar taşı girer. Didem Madak iç sesiyle bir çatışma halindedir. İç sesi onu çocukluğundan kopararak gerçek dünyayı hatırlatır. Reçeller annesini anımsatmasıyla özlemi iyice görünür olur ama en önemlisi bu dizeler, büyük bir yası barındırır.
…Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla…
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi ?..
Şairinin zihni aynı birçok vagonu olan bir tren gibidir. Birden çok düşünceyi ve anılarından parçaları peş peşe iletir. Sürekli bir sorgulama içindedir. İç sesi onu bir labirente sürükler. Oyuncak bebek, buğulu cam, ahlat ağacı… Gördüğü acıları bunlara pay eder. “Kara yılan” ölümü ve korkuyu simgeler. Aynı ölüm gibi bilinmez ve çözülemezdir.
Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu ve fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuytuda.
…Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz…
Bu dizelerde şair kendi deneyimiyle toplumdaki gözlemlerini birleştirir. “Çürük diş” alt sınıfı simgeler. Ekonomik zorluklar çeken bu insanlar her şeye rağmen gülümsemektedirler. “Kara kedi”, para ile birlikte kullanılmıştır ve pozitif anlam taşımaktadır. Her üç ayın sonunda yeniden doğduklarını söyleyen şair, bu insanların sadece maaş kuyruğunda değil, hayatta da ilerleyemediğini belirtir. Bazıları için yaşam hiç de adil değildir. “Fötr şapkalı amcayla” da herkesin “ah!” dediği bir şey olduğu görülür. Şunu da belirtmek gerekir ki para olumlu gibi dursa bile gelişi annesinin ölümüyledir. Bu dizelerde yine bir yas mevcuttur.

…Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan…
Âşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
Hayatıma hayat diyemem artık.
Sarı yazgım her sonbahar onu
Biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun Tanrım ?
“Çokomel kâğıtları” çocukluğu ve masumiyeti simgeler. Şair çocukluğun renkli dünyasından koparılıp sonbaharın soğuk renklerine mahkûm edilmiştir. “Sarı yazgı” kötü bir kaderi temsil eder. “Kırmızı yazgı” ise kanı simgeler. Ne aşk ne de büyümek ona iyi gelmemiştir. “Maviye de, yeşile de dili dönmez artık ömrümün.” derken artık mutluluktan bahsedemeyeceğini ifade eder. En sonunda yazgısı simsiyah bir biçime bürünmüştür. Çıkmazda olan şair yine Tanrı’ya yönelir ve ondan bir cevap bekler.
…Ah benim nergis kokulu cehaletim…
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairleri şahı olsan,
Bir AH’dan başka…
Fırtınalar içinde yaşar şair ve normali budur. Bununla yaşamayı öğrenmiştir. “Nergis” masumiyeti simgeler. Birçok deneyimi olmuş ama sonunda hep “Ah!” demiştir. “Ruj lekeli bardaklar” özne olmuştur ve kendini onlara anlatmıştır. Yalnızdır şair… Bir iç sesi vardır bir de defalarca tekrarlayarak büyüttüğü Ah’lar Ağacı…
Kaynakça
-
- Madak, Didem. Ah’lar Ağacı. İstanbul: Metis Yayınları, 2020.
- Bilir, Müjde. Varlık Dergisi. Sayı: 1141, 1 Ekim 2002.
- Keskin, Kadriye. “Didem Madak Şiirlerinde Kadın Duyarlığı”. Bursa: 2019, web.
- Aktaş, Havva. “Didem Madak Şiirlerinde Anlam Evreni”. Nevşehir: Şubat, 2021, web.
- Öne Çıkan Görsel Linki