Ölüm bazen bir gemi olup çekip gitmek bazen ızdırap dolu bu diyardan kurtulup göçmek… Ölüm, fiziksel bir yok oluştan çok daha fazlası. Şiirlerden, romanlara konu olan ölüm meselesi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Orhan Pamuk’un ve Oğuz Atay’ın kalemlerinden akan mürekkebe dönüşüyor. Peki onların iç ve dış dünyalarında ölüm nedir? Gelin, birbirinden değerli üç ismin, ölüm temasını nasıl işlediklerine bakalım!
Adımızı arayan soran var mı?”
Ahmet Hamdi Tanpınar: Zamanın Gölgesinde Ölüm ve Hatıralar

Tanpınar’ın ölümle tanışması henüz on dört yaşlarında, annesini kaybetmesiyle gerçekleşti. Bu sebeple onun için ölüm, hayatının trajik yılları demekti. Ölümün gerçekliğinin farkındaydı fakat eserlerinde hep ölümsüzlüğü aradı. Ölümsüzlüğün formülünü, yaptıklarının anılmasında bulmaya çalıştı. Ölüm ve ölümsüzlük arasında kalan Tanpınar, bu kişiliğinin yansımasını Huzur romanına da yansıtıyor. Mümtaz karakteri hayatı temsil ederken, Sudd karakteri ölümü temsil ediyor. Sonunda ölenin Sudd karakteri olması, Tanpınar’ın kendi iç dünyasında ölümü yenmeye çalışmasının bir yansıması. Tıpkı Tanpınar’ın içinde olduğu gibi, Huzur romanında da aynı çatışma yer alıyor. Huzuru arayan Mümtaz’ın sevdiklerini kaybettikçe ölümü kabullenişi anlatılıyor. Ölüm aynı zamanda, hatıraların tükenişi anlamına da geliyor. Kaçınılmaz olan ölümü kabullenmek, romanda şu cümlelerle belirtiliyor; ’’Ölüm hayatın kendisiydi, zira hayat dediğimiz şey devamlı bir değişme, erime ve çözülmeden başka neydi?’’
Kendi iç çatışmasını eserlerine yansıtan Tanpınar da, ’’Madem ölüm engellenmiyor yaşamı haz alarak yaşamak gerekir.’’ sözüyle durumu özetliyor. Huzur romanındaki, hatıraların tükenişinin bir çeşit ölüm olarak ele alınması, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de görülüyor. Batılılaşma sürecindeki Osmanlı’nın çöküşünü konu alan romanda, Hayri İrdal karakterinin de babasının ölümüyle yüzleştiğini görüyoruz. Bir metafor olarak babanın ölümü, Osmanlı’nın çöküşüne vurgu yapıyor. ’’Saatlerin durmasıyla hayatın akışı arasında nasıl bir bağ vardı? Ölüme yaklaştıkça zaman ağırlaşıyor, yahut ona alışıyorduk.’’ sözleriyle geçmişin değerlerinin kaybolması ve insanların buna alışması, ölüm olarak nitelendiriliyor.
Yine Mahur Beste romanında, kültürel mirasın ölümüne değiniliyor. Osmanlı’dan kalma bir karakter olan Behçet Bey üzerinden, eski İstanbul’a özlem aktarılıyor. Eskinin yeniyle çatışması, ’’Ölüm bazen sadece bir insanın değil, bütün bir devrin susuşu, bütün bir musikinin sona erişiydi.’’ cümlesinden anlaşılacağı üzere bir yıkım ve ölüm olarak ele alınıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, genel olarak ölüm temasını bireyin iç dünyasına ve dolayısıyla kendi iç dünyasına indirgiyor ve ölümü yenmeye çalışıyor. İçindeki bu savaşı şu sözleriyle yansıtarak hayatın ölümden daha önemli olduğunu vurguluyor: ’’Ölmek bir şey değil, asıl mühim olan yaşanmamış bir ömrün içinde kaybolmaktır.’’
Orhan Pamuk: Ölüm, Kader ve Kimlik Arayışı

Orhan Pamuk, Veba Geceleri adlı romanında, ölüme karşı duyduğu korkuyu şu sözlerle anlatıyor. ’’Ölüm korkusu aşktan daha ileri bir duygudur.’’ Bir röportajında da aynı sözleri sarf eden Pamuk, ölüm kavramını sadece fiziksel bir yok oluş olarak görmüyor. Ölüm aynı zamanda onun için bir unutuluş meselesi. Unutulmaktan korkan Pamuk, bunun çözümünün edebi eserleri olduğunu düşünüyor. Bu sayede ölümü aşacağına inanıyor. İnsanın ölümden sonra bile var olabileceği düşüncesiyle hareket eden Pamuk, Benim Adım Kırmızı romanında, bu düşüncesini yansıtıyor. Romanda, Osmanlı’da geçen bir cinayet hikâyesi anlatılıyor. Ölen karakterin, kendi ölümünü anlatması, okurun alışık olmadığı bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Ölümü sanatsal olarak ele alan roman, ölümün “yok oluş” kısmını göz ardı ediyor. Ölüm, Pamuk’a göre bir son olmaktan çıkarak anlatının içinde devam eden bir kavram hâline geliyor. Bir yandan da Osmanlı minyatürünü ele alan hikâyede, sanatçıların bireysel üsluptan sıyrıldıklarına ve Allah’ın bakış açısından görmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Bu da onların ölümle kurduğu bağın göstergesi olarak okuyucuya yansıyor.
Ölüm aynı zamanda Pamuk için, bir kimlik arayışı. Kar romanında bu arayışı ve ideolojik çatışmaların arasındaki ölümü görmek mümkün. Pamuk, tüm bu siyasi çatışmaların içinde ölümü tek gerçek olarak ele alıyor. Romanda, baş karakter Ka’nın, intihar eden başörtülü kızları anlamaya çalışması anlatılıyor. Ölüm kavramı, bireysel bir krizin dışına taşarak toplumsal baskıların bir yansımasına dönüşüyor. Bu baskılardan kurtuluş ölümle mümkün oluyor. ’’Bizi bu dünyada mutsuz eden ne varsa, öbür dünyada mutlu olacağımızın işaretidir.’’ diyen Pamuk, ölümü kurtuluş ve başka bir hayata geçiş olarak görüyor. “Başka bir hayat” düşüncesi de yine Orhan Pamuk’un ölüm korkusunu vurgulayan bir şey. Ölüme duyduğu korkuyu bir başka romanı olan Kırmızı Saçlı Kadın’da “kuyu” metaforuyla anlatıyor. Romanda, Cem karakterinin, gençliğinde ustasını kazara kuyuya düşürerek öldürmesi anlatılıyor. Suçluluk duygusuyla yaşayan Cem, yıllar sonra oğlu tarafından öldürülüyor. Böylece bir döngüye binen ölüm teması, Oedipus (babayı öldüren oğul) ve Rüstem ile Sührab (oğlunu bilmeden öldüren baba) mitlerine dayandırılıyor. Kısacası ölüm, kaçınılmaz bir yazgı hâline gelerek sonsuza kadar sürecek bir olguya dönüşüyor.
Oğuz Atay: Ölüm, Delilik ve Varoluşsal Çıkmazlar

Beyin tümörü nedeniyle hayatını kaybeden Atay, bu hastalığı sebebiyle ölüm hakkında derin sorgulamalarda bulunan bir isim. Ölüme yaklaştıkça ironik bir bakış açısı benimsiyor. Bu bakış açısı, ’’Hayat bir oyun, ölüm ise sonucu.’’ sözlerinde kendini belli ediyor. Tehlikeli Oyunlar adlı romanında, ölümü saplantı hâline getiren ve zaman zaman onunla dalga geçen bir karakter yaratıyor. Hikmet Benol karakterinin iç dünyasındaki bunalımı ve bazen ölümü arzulayışı, karakterin ölüm korkusu yüzünden deliliğe kapıldığını belirtiyor. ’’Ben öldüm, beyler! Ne yani, ölüm de mi yasaklandı artık?’’ sözleri, karakterin, ölüm karşısındaki çaresizliğini vurguluyor. Atay, bu romanda içsel çöküşün ölümden daha acı verici olduğu mesajını iletiyor.
“Ölüm, dünyada tutunamamanın en uç noktasıdır.”
Oğuz Atay’ın en ünlü romanı olan Tutunamayanlar’da ölüm, bireyin toplum içindeki uyumsuzluğu olarak karşımıza çıkıyor. Topluma ve hayata tutunamadığı için intihara kadar giden Selim Işık, romanın ana karakteri. Bu karakter, toplumdaki tüm uyumsuz ve tutunamayan bireyleri temsil ediyor. Diğer ana karakter olan Turgut Özben, Selim’in ölümünün peşinden giderken kendi varoluşunu da sorgulamaya başlıyor. Atay, bu noktada okuyucuları da harekete geçiriyor. Kaçımız gerçekten yaşıyoruz? Nefes almak yaşamak mıdır? İnsan yaşarken de ölebilir mi? Atay, bu sorgulamaları tek bir cümleyle açıklıyor. ’’Ben içimden öldüm, kimse fark etmedi, ölmeden önce öldüm.’’ Böylece ölümün henüz nefes alıyorken de başımıza gelebileceğini vurgulayan Atay, ölüm temasını toplumun içindeki yaşayan ölülerle ele alıyor.
Ölmeden ölünebileceği gibi ölüp ölmemenin de mümkün olduğunu savunan Atay, Bir Bilim Adamının Romanı eserinde bu düşünceye değiniyor. Profesör Doktor Mustafa İnan’ın hayatını anlatan roman, biyografik bir eser. Ölüm teması hakkında, en olumlu bakış açısına bu romanda rastlıyoruz. Roman, insanın fikir ve çalışmalarıyla ölümsüzleşmesi konusuna değiniyor. Oğuz Atay bu bakış açısıyla, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümsüzlüğü arayışını hatırlatıyor. Bilime adanan bir ömrün, ölümü daha anlamlı kıldığını, ’’Ölüm insanın vücudunu alıp götürebilir ama düşüncelerini, öğrettiklerini yok edemez.’’ sözleriyle açıklıyor ve kişinin dünyaya kattığı en ufak yararın, sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu anlatıyor.
Kaynakça:
Hazar Derneği ’’Edebiyatta Ölüm Teması’’ web25 Mart 2025
Kaya, Muharrem. ’’Oğuz Atay’’ web 25 Mart 2025
Bayındır, Tolga. ’’Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserlerinde Ölüm’’ web 25 Mart 2025