Immanuel Kant’ın “metafizik bilim olarak nasıl olanaklıdır?” sorusu sosyal bilimlerde yöntem tartışmalarına temel teşkil etmektedir. Sosyolojide ise uzun yıllardır aşılamayan bir “düalite” meselesi vardır. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı metinde yanıt vermeye çalıştığı ve geliştirdiği teoriler ışığında klasik ve çağdaş sosyolojinin yöntem tartışmalarına ve arayışına günümüz penceresinden “değer bağımlılık” kapsamında yaklaşılması gerekmektedir. Sosyolojik yöntemin felsefi kökenine Immanuel Kant çeperinde eleştirel bir bakış sağlamak bu yazının temel amacı olmuştur.
Saf aklın eleştirisi metni üzerinden meseleyi tartıştığımızda Fransız devriminden beş sene önce yazılmış olması manidar görünmektedir. 17.yüzyıl aydınlanma dönemi ardından tüm
kurumların toplumsal anlamda bir değişime uğradığı ve “aklın araçsallaştırıldığı” dönemeçlere denk gelmiş olması metni daha da anlamlı kılmaktadır. Sosyolojide yöntem meselesi bakımından ele alabileceğimiz bu meselede pozitivist paradigmanın nesnelliğe yaptığı vurgunun Kant’ın önünü açtığı ve diğer ‘‘anlamacı’’ filozofların sınırlarını çizerek çoğalttığı tarih ve kültür temelli bir paradigmaya gidiş görülmektedir. Tüm bu çizginin yola çıktığı ilk nokta olarak Immanuel Kant felsefesini, aklını kendin kullanma cesaretini göster ve kendi suçunla düştüğün o esaretten kurtul söylemi üzerinden kurmuştu. Düşünmenin kendisinin bir özgürlük olduğu ve özgürlüklerin kısıtlanmaması gerektiğini “akıl” söylemi üzerinden vurgulamaktaydı. Aklın kamusal ve özel kullanımı ayrımında Kant, kamusal kullanım için hiçbir sınıra bağlı olmadan içinde yaşanılan toplumun sorunlarını eleştirebilme özgürlüğüne sahip olmayı, özel kullanımında ise pozitif hukuka uygun davranmayı kastetmektedir. Örneğin, “vatandaş vergi verme görevini gerçekleştirdikten sonra haksız vergiye karşı eleştirel olmalıdır” söylemi aklın kamusal ve özel kullanımını anlaşılır kılmaktadır.
Aklın kamusal kullanımının sınırlarının nasıl çizileceğini merak eden Kant’ın bu ‘sınır belirleme’ noktasındaki çabası daha sonra Michel Foucault üzerinden de Kant’ın metodu ve oturtmaya çalıştığı kavramsal çerçeve çok net görülecektir. Esasında sınırlamalara veya geçerliliklere dayanak sağlayan referansların ne olacağı merak konusudur. Sağlam ve güvenilir olan, aşkın ve ilahi referansların dışında sadece insan aklı ile kurulan ahlak ve siyaset temelinde eleştiriler nasıl mümkün olacaktır? Saf aklın eleştirisindeki esas mesele de budur.
Aydınlanmanın sonuçları ne oldu? Fransız Devrimi ile nasıl ilişkilendirilebilir? Bu bağlamda ele alındığında sosyolojinin temel tartışma konularından biri olan yapı-fail meselesi açısından bağlantı kurabileceğimiz önemli bir anekdot mevcuttur. Foucault, Kant metinlerini incelediğinde Fransız devrimi için, Kant’ın insan türünün sürekli iyiye gidişi veyahut gelişmesini gösteren bir gelişme var mıdır sorgulaması üzerinden devrimin aslında olgusal olmadığı ve devrime aktif olarak katılmayanların dahi devrim karşısındaki coşku hissinden bahsetmektedir. İşte bu “coşku” Max Weber’de daha sonra göreceğimiz verstehen sanatının tarihsel ideal tipini oluşturmaktadır. Sosyolojide temel mesele bir topluma özgü kültür, değer ve tarihsellik içerisinde bir değer bağlantısı taşıması ve işte devrim örneğinde de görüldüğü gibi o duygudaşlık konsensüsünü anlamaktan geçmektedir. Bir olayın sonucu ne olursa olsun o olay karşısındaki tutumlar belirleyici olmalıdır. Kant’ın “Evrensel ahlak yasası var mıdır?” sorusu devrim örneği bakımından coşku duygusunda ortaklaşmaktadır. Bir başka deyişle Kant nezdinde ilerleme tarihsel bir olaya bağlı değil, bireylerin tarihsel olay karşısında aldığı tutum veyahut tavırların belirleyici olduğu söylenebilmektedir.
Olgulara anlam atfedilememekte, birey ve olgunun çarpışması sonucu anlamlar üretilmektedir. O halde Kant nazarında meseleye geri döndüğümüzde, sağlam ve güvenilir dayanağı olan insan aklının oluşturduğu bir ahlaki metod, geçerli bir insan bilimi nasıl mümkün olacaktır sorusu akıllara gelmektedir. Sosyolojik perspektif ile bağladığımız zaman, hakikati tek bir perdeye, aşkın bir niteliğe yükleyen antik ve orta çağ felsefesine karşı Kant temsiller ile yorumlamalar geleneğini oluşturmuştur diyebiliriz. Ortaya temsillerin kendi varlıklarının temsil ediciliği ve aynı zamanda tanımak ve tanımlamak sorunsalı çıkacaktır. Emilé Durkheim’a atıf yaparsak, olguları bileceğiz ancak bizim üzerimizde kurduğu tahakküme evrensel bir nelik atfetmeyeceğiz. Bunun yerine lokal bağlamlarda olguları ve temsil ediciliklerinin tesirlerini failler üzerinden anlamaya çalışacağız. Bu noktada Weber’den yola çıktığımızda, toplumsal eylemlerin eyleyiciler nezdindeki anlamlarını kültürü yadsımadan ‘’nedensellik’’ bağlamında ele alabileceğiz. Kant kategorik imperatif dediği ve tüm insanları kapsayıcı makro bir etik yasası ile ahlakın ve onu
içeren tüm bağlamların anlam kazanacağını söylemektedir.
Sosyal bilimlerin de o halde bir “yasası” olmalıdır. Sosyolojinin metodolojisine baktığımızda ikiliklerin, öznel-nesnel, idiografik-monotetik, yapı-fail, toplum-birey vb. çatışması uzun yıllardır aşılamamıştır. Burada bahsedilen yasa meselesi yazılı-değişmez bir formda olmamalıdır. Tıpkı Kant’ın belirttiği gibi her şeyin tarihsel bağlamında geçerli olduğu ve her an her şeyin değişebileceği yönündeki vurgu sosyal bilimler ve özellikle sosyoloji için geçerli bir önermedir. Sosyolojinin yasası öznesi insan olan bir bilimsel metod, belirli bir toplumu, tarihsel dönemi veya bir kültürü Weber referansından bakarak, kendi bütünsel çerçevesinde soyut modeller olan ideal tiplerle kavramak ile mümkün görünmektedir.
Weber’in yönteminden Pierre Bourdieu ve Jürgen Habermas perspektifine geçtiğimizde, oyunu doğru iletişim ile oynadığımız zaman yaşantı dünyasını sosyolojik sermaye ile anlaşılır kılabilmekteyiz. Birbirine dokunmayan sosyal bilim kendi kendisi üzerinde düşünemez. Ötekinin bakışına ihtiyacı vardır. Ama her baktığı yer (örn, fizyoloji, biyoloji vb.) kendisine “ayna” görevi göremeyecektir. Aklın tüm kategorilerinin birbirleri ile karşılaştırılması ve tekrar tekrar birbirleri üzerinden okunması gerekmektedir. İlişki kurma, anlama ve değer yargısız ol(a)mama sosyoloji ve diğer sosyal bilimler için belki bir nebze rahatlatıcı olacaktır. En nihayetinde biz sonuçları değil nedenleri anlamalıyız. Bu çağda farklılıkların bir bütün içindeki çığlığını duyurabilecek bir yönteme ihtiyaç vardır. Sosyoloji bu bakımdan bireysel bilinçlerin her birindeki ortak eğilimi tesis etmeye çabalamalıdır. Birey ve toplum arasındaki özdeşliğin sınırlarını belirlemeli ve yöntemimizi bu sınırlar dahilinde oturtmalıyız. Tıpkı Kant’ın aklın sınırlarının ne kadar olduğunu ben merkezinde düşünürken keşfetmek istemesi gibi olası nesnellik sorununu da bu şekilde çözebiliriz.
KAYNAKÇA:
Hira. İ. Max Weber’in Yöntem Anlayışı. Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, (2), 45-58.
Hülür, H., & Bircan, U. (2020). IMMANUEL KANT’TAN MICHEL FOUCAULT’YA AYDINLANMA SORUNSALI VE MODERNLİK. Journal of Modernism and Postmodernism Studies (JOMOPS), 1(2), 23-38..
Kant. I. (2010). Saf Aklın Eleştirisi. Aziz Yardımlı (çev.). İstanbul: İdea Yay.
Öztürk, E. (2017). Sosyolojide nesnellik sorunu bağlamında Max Weber’in pozitivizm-hermeneutik ikiliğini aşma girişimi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1).
TURĞUTER, E. A. (2016). Yöntem Tartışmaları’nın Sosyal Bilimlere P. Bourdieu ve A. Giddens Üzerinden Yansıması. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 3(OS (SI) 2), 9-17.