Aşinalık kazanılan şeyler üzerinde iyi bilindiği varsayılarak genelde düşünmeyiz. Hayatın sırları da bu kapalı kutularda saklanır. Ta ki biri ya anahtarı bulur ya da kutuyu kırar. Biz kutuyu kırmadan ama anahtarı da bulduğumuzu iddia etmeden kutuyu biraz sallayarak içindekini yoklamaya çalışacağız. Bu kutu elimize verilmediyse bulunduğu yere yürümüş olmalıyız. Yürümeye başlarken de düşündüğümüz kesin öyleyse. Çünkü düşünmek ve yürümek eş zamanlı vuku bulur. Nasıl yürürüz peki? Yürüme hareketi başlatılan ve durdurulan düşmenin sonucudur. Biz her adım atarken dengesizlik yaşar ve attığımız her adımda tekrar dengeye kavuşuruz. Üzerine düşündüğümüz bu döngü bize hayat hakkında muazzam bir ipucu verir. Bütün dengeler dengesizlik sonucu ve düşme tehlikesiyle oluşur. Fakat bu denge uzun sürmez, her adım atışımızda tekrar tekrar ve tekrar yaşanır. Ölüm, o kutudan çıkıncaya kadar. Aristoteles, insan düşünen bir hayvandır derken eksik bir tanım yapmadı. Biz bu cümlenin alt metnini okumaktan eksik kaldık. Konuşma ve düşünme nasıl insanı tanımlıyorsa yürümek de o kadar tanımlar.
Roger-Pol Droit’in “Filozoflar Nasıl Yürür?” adlı kitabında antik çağ filozoflarından doğulu gezginlere kadar uzun bir yürüyüşe çıkarır bizi. Hepsinin ortak bir özelliği vardır; yürümek. Bu yürüyüş Raffaello Sanzio’nun da dikkatini çektiğini “Atina Okulu” tablosunda görüyoruz. Gerek Antik çağda gerekse doğulu düşünürler de felsefi meseleler hep yürürken yapılmıştır. Hatta Antik çağda “Bana nasıl yürüdüğünü söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” cümlesi temel prensip haline gelmiştir. Protagoras’ın öğrencilerini arkasına alarak ahenkli gidiş gelişleri, Platon’un o meşhur ideasında mağaradaki insanların oturdukları yerden gölgeleri gerçek zannetmesi ve ışığa çıkmak için yürümeleri gerektiğine, bunun içinse önce doğrulmaları gerektiğine vurgu yapması, sadece bu iki örnek bile yürümenin düşünmeyle arasındaki irtibatı gözler önüne seriyor. Peki, hepsi mi ayakları üzerinde yürüyerek düşüncelerini ifade etmişler? Hayır. Bazıları binek üzerinde yürüyüşlerini tamamlamışlar. Çünkü burada altı çizilmesi gereken yer amaçlı ya da amaçsız yürümek değil, sadece yürümenin kendisi. Düşüncelerin ve dengenin dengesizlikte dengeyle meydana geldiğinin bilinmesi. Lao Zi merkep üzerinde seyahat ederken yaşam hakkındaki düşüncelerini ona soru soran biri kaleme alır, ne yazanın kim olduğu bilinir ne de Lao Zi gerçekten yaşamış mıdır bilinmez. Bilinen şu ki gölgesi yüzyılları aşmış ve sadece Çin kültürüyle sınırlı kalmayıp dünyaya mal olmuş biridir.
Yürüyüşümüzün güzergahını değiştirmeden bakışımızı başka bir yöne çevirmeliyiz. Dünyaca tanınan bir yönetmen olan Abbas Kiyarüstemi neredeyse bütün filmlerinde aynı imzayı kullanır: yürüyüş. Karakterler ya yürürken ya da arabada seyahat ederken filmin can alıcı konuşmalarını yaparlar. “Kirazın Tadı” filmi neredeyse bir arabanın içinde geçer. Bütün filmi şu cümle özetler: “Sadece bir dut hayatımı kurtardı.” Bir dut tanesinin bir adamı intihar etmekten kurtarması ne kadar sade ve anlamlıysa yürümenin kendisi de bir o kadar sade ve anlamlı.
Kiyarüstemi’nin şu sözleri anlatılmak istenen meselenin de özeti mahiyetinde izler taşıyor:
” Var olmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu, her şeyin bir geçiş halinde olduğunu, hareket etmenin yaşamımızın asıl doğası olduğunu kabullenirsek, bir hedefe saplanmaktan vazgeçersek, yaşamı daha iyi kavrayıp, ondan daha çok tat alabiliriz.”
Bu cümlesinde de görüldüğü üzere Kiyarüstemi’nin filmlerinde yürüme temasını bu denli sık kullanması bize unuttuğumuz ya da henüz fark etmediğimiz o kutunun anahtarına ulaşmamız için önce doğrulup sonrada yürümemiz gerektiğini ısrarla söylemesi bizi yürümeye tüm düşüşlerimizle beraber itmeli.