Süper kahraman filmleri, kökenleri çok daha eskiye dayansa da özellikle son on yılda ana akım sinemayı büyük etkisi altına aldı. Bu etki o kadar büyüdü ki aksiyon, macera ve bilim kurgu türlerinin melezlenmesi ile elde edilen bu filmler, süper kahraman filmlerinin bir alt türden ziyade janr olarak karşımıza çıkmasına neden oldu. Bu durum büyük sinemacılar tarafından eleştirildi, hatta süper kahraman filmlerinin yeni westernler olduğu yönünde tartışmalar döndü. Bu tartışmalardaki en büyük kaynak ise bu türün kolaylıkla taklit edilebilir, birbirinin aynısı örneklerden oluşmasıydı.
Süper kahraman filmleri, aynı şablonları tekrar etmeye ve sıradanlaşmaya başladıkça bu yeni türü, farklı türlerle birleştirmeye ve ortaya yeni melez filmler çıkarmaya başladılar. Aksiyon, macera, bilim kurgu, fantezi, komedi ve savaş filmlerinden ögeleri çokça görebildiğimiz süper kahraman anlatıları; Logan’da (2017) western bir dokuyla birleştirildi, The New Mutants (Yeni Mutantlar, 2020) ile de korku janrıyla birlikte kotarılmaya çalışıldı. Çizgi roman filmleri arasında en başarılılarından biri olduğunu elindeki Altın Aslan ödülüyle ispat eden Joker (2019), sistemin bozukluğunu bir drama olarak aktarırken süper kahraman türünü oluşturan birçok diğer türün izini hiçe saydı.
Cloverfield’da (Canavar, 2008) found footage (buluntu film) tekniğini kullanarak bir uzaylı-canavar istilası filmini seyirciyi içine alarak büyük bir gerçekçilik ile aktaran ve maymunların gezegeni ele geçirmesi şeklinde kabaca özetleyebileceğimiz, başkasının ellerinde absürt sonuçlar doğurabilecek bir hikayeyi oldukça ciddi bir üçlemeyle sunan Matt Reeves; gelmiş geçmiş bütün süper kahramanlar içinde en gerçek motivasyona ve en gerçek düşmanlara sahip Batman için oldukça uygun bir tercihti. Karakterin maskesinin arkasına geçtiği ikinci yılına odaklanan ve daha önce beyaz perdede gördüklerimizin aksine amatör bir Batman izlediğimiz The Batman, karakterin dedektif yönüne odaklanıyor ve ortaya seri katiller, bilmeceler, yozlaşmış siyasiler ve suç liderleri ile dolu; oldukça gerçekçi ve bir o kadar da karanlık bir hikaye anlatıyor.
Filmin sürpriz bozmayan incelemesine buradan ulaşabilirsiniz. Yazının geri kalanında filmle ilgili sürpriz bozan detaylara yer verilecektir.
Bir Araç Olarak Korku
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi süper kahraman anlatıları daha önce de korku türüyle birlikte ele alınmaya çalışılmış fakat hem genel izleyiciyi hem de eleştirmenleri tatmin edecek bir iş henüz ortaya konmamıştı. Filmin gösterime girmesinden önce yönetmen Reeves’in filmin korku janrına oldukça yakın olacağını söylemesi büyük bir beklenti oluşturmuştu. Filmi izledikten sonra söyleyebiliriz ki The Batman, korku ve süper kahraman anlatılarının birleştirilmesinin şimdiye kadarki en başarılı örneği. Karanlıklarda saklanan bir kanunsuz olarak Batman’in korkuyu bir araç olarak kullandığını söylemesi filmde çok başarılı şekilde sahneleniyor. Filmin açılış sahnesinde suçluların, gökyüzündeki işaretle birlikte korkuyu hissetmeleri ve içerisinde Batman olmamasına rağmen en ufak karanlıktan korkmaları özellikle türün kodlarına hayran kesim için çok tatmin edici olacaktır. Öte yandan Penguin’in Batmobile ile tanıştığı sahnede aracın farları ve gürlemesi ile bir korku figürü olarak sahnelenmesi, John Carpenter imzalı Stephen King uyarlaması Christine (1983) ile büyük benzerlik göstermekte.
Filmin en başarılı korku figürü ise kuşkusuz filmin antagonisti olarak karşımıza çıkan The Riddler. Kurbanlarının arkasında aniden belirmesi, işlediği cinayetlerin vahşiliği ve Zodiac Killer ile olan benzerliğiyle bir süper kahraman filminde görebileceğiniz en korkunç karakterlerden bir tanesi. Özellikle Komiser Savage için hazırlanan, kurbanın yüzünü farelerin yediği, düzenek Saw (Testere) serisine oldukça yakınsayarak filmin korku sineması ile olan bağını güçlendiriyor.
The Batman’deki en büyük izlerin ise David Fincher’ın unutulmaz gizem ve gerilim filmleri Se7en (Yedi, 1995) ve Zodiac’tan (2007) olduğunu açık bir şekilde görüyoruz. Filmdeki ilk iki cinayetin yalancılık ve açgözlülük ile ilişkilendirilmesi Se7en filmini hatırlatırken Riddler’ın şifreli mesajları, sesi, cümleleri ve hatta kostümü Zodiac Killer’dan ilham alınmış (!) gibi duruyor. The Batman, bu iki filme göre gizemlerin daha hızlı çözüldüğü ve Penguin, Falcone gibi karakterlerle sadece seri katillerin değil; suç liderlerinin de olduğu bir dedektiflik filmi olarak karşımıza çıksa da son çeyreğinde bu yapısına ihanet ediyor.
Riddler yakalanıncaya kadar zeki, korkutucu ve altı dolu motivasyona sahip bir kötü olarak gösteriliyor. Yakalanma sahnesi ve Batman ile olan sorgu sahnesi de bilhassa oldukça başarılı. Fakat Riddler’ın motivasyonunu açıklamasıyla birlikte filmin alt metninde büyük bir düşüş yaşanıyor. Karaktere Bruce Wayne gibi şanslı bir yetim olmaması gibi üzerinde çok düşünülmemiş motivasyonlar ve şehrin gerçek bir yenilenmeye ihtiyacı olduğu için yıkılması gerektiği gibi görece basit bir plan yazılması, Riddler’in korkutuculuğunu ve özgünlüğünü büyük ölçüde zedeliyor. O vakte kadar süper kahraman filmi olmak için ekstra bir çaba göstermeden, daha çok yetişkinlere yönelik, oldukça kasvetli bir hikaye sunan The Batman; bir süper kahraman filminin gerekliliklerini yerine getirmek için epik bir final sunmayı hedefliyor ve maalesef başarısız oluyor. Finaldeki bu tercih, hem filmin kimyasını bozuyor hem de filmin diğer aksiyon sahnelerinden seyir zevki olarak geride kalan bir sekansa sahip olduğu için seyircide beklenen heyecanı yaratamıyor.
Yeni Batman
Robert Pattinson tarafından canlandırılan Batman, seleflerinden oldukça farklı bir noktada yer alıyor. Daha önceki yapımlarda Thomas ve Martha Wayne’in öldürüldüğünü ve Bruce’un adım adım nasıl Batman olduğunu görsek de karakter her seferinde ilk andan itibaren olgun ve planlı olarak portreleniyordu. Bu filmde ise kanunsuzluğunun ikinci yılındaki Batman, kavgaya doğrudan giren ve sorunu tamamen yumruklarıyla çözen bir karakter olarak sahneleniyor. Bilmeceleri çok hızlı çözmesi ve dedektiflik konusunda yetkinliği kendisinin zekasını gözler önüne serse de aksiyona girdiği sahnelerde bu zekadan mahrum kalıyor. İlk uçuş denemesinde korkması ve kaza yapması, cephanesindeki aletlerin azlığı gibi detaylar yolun başındaki bu Batman’in ne kadar gerçek olduğunu seyirciye fazlasıyla hissettiriyor.
Riddler ve müritlerinin kendisinden ilham aldığını öğrenmesi, Batman’in motivasyonunu ve yöntemlerini sorgulamasına neden oluyor. O noktaya kadar kötüler için bir korku figürü olan Batman, aslında iyiler için bir umut kaynağı olması gerektiğine karar veriyor. Gotham halkını kurtarmak için suya dalan Batman, birçok filmde gördüğümüz kutsal suyun arındırıcı gücü metaforu ile yeni bir Batman olarak doğuyor. Umut anlamına gelen bu Batman, karanlığın kendisi olmak yerine meşalesi ile halka yön göstererek karanlığın içindeki aydınlık oluyor. Bu durum devam filmlerinde kavgaya plan yapmadan doğrudan giren agresif Batman yerine; daha olgun ve yaralarından ders almış, yöntemlerinin daha çok farkında olan bir Batman izleyeceğimizin habercisi oluyor.
Devam filmleri için atılan en büyük adım ise finalde Arkham Tımarhanesi’nde gördüğümüz, Barry Keoghan tarafından canlandırılan Joker karakteri. Batman’in popüler kültürdeki en büyük düşmanı olan bu karakterin yeni Batman hikayesine dahil olmaması zaten düşünülemezdi fakat böylesi bir tercihi The Batman filminin attığı yanlış adımlardan biri olarak değerlendiriyoruz. Bu sahnenin gereksiz uzun tutulması kör göze parmak bir noktaya evriliyor. Kendi başına ayakları yere sağlam basan bir film olurken gişe canavarı yapımlar gibi potansiyel devam filmleri için böylesi bir yatırım yapmak The Batman’in olgun duruşuna büyük zarar veriyor.
Özetlemek gerekirse, neo-noir bir Gotham’da, tamamen gerçek suçlularla abartısız bir hikaye anlatan The Batman, başından beri kurduğu kasvetli atmosferi son çeyreğinde tipik bir süper kahraman finali sunmak için kenara atıyor. Finaldeki sekansın hedeflenen epikliğe ulaşamaması filmin finalinin başarısız şekilde hatırlanmasına sebep olsa da tamamını ele aldığımızda The Batman, yapılmış en iyi Batman filmleri arasındaki yerini şimdiden almış gibi gözüküyor.