Arthouse Sinema: İz Bırakan Yönetmenler – I

Editör:
Işılay Güzel Yılmaz
spot_img

Sinema -bir sektör olarak da- bünyesinde birçok film türünü barındıran, izleyiciye birbirinden farklı seyir deneyimi sunan, benzersiz bir sanat dalı. Her ne kadar 19. yüzyılda fotoğrafın da keşfedilmesiyle birlikte, sanatsal kaygılarla ortaya çıkmış olsa da günümüz teknoloji dünyasında daha çok ticari kaygıları ön plana çıkan bir alan sinema. Bazı filmler büyük kitlelere hitap etmek için ortak kodlar ve gelenekler içinde yaratılıyor. Ancak ticari kaygıları olmayan, başka bir deyişle sanatsal emelleri olan filmler de var elbette.

Arthouse Sinema: Bir Tutku Mu?

Sanatsal kaygılarla yapılan filmler, genellikle izleyiciye yaşam üzerine belirli bir bakış açısını aktarmakla ilgilenen yönetmenler tarafından yaratılıyor. Diğerlerinden birçok bakımdan ayrılan bu filmler; izleyicinin beklentisinin ötesine geçmeyi amaçlayan, belirli sanatsal amaçları olan yönetmenler tarafından özel, hatta bazen benzersiz stillerle yaratılıyor.

Birkaç liste içerik halinde kurguladığımız (ve listelerden ilki olan) bu yazı dizisinde, yarattığı dünyalarla bizi yaşadığımız dünyadan koparıp farklı dünyalarla tanıştırabilen, kendi benliğimizden kopup başkaları olabileceğimiz alanlar yaratabilen arthouse sinemanın öne çıkan yönetmenlerini mercek altına alıyoruz. Ama önce soralım: Nedir bu Arthouse?

Yüzeysel olarak bahsedecek olursak, birçok sinema eleştirmenine göre bir filme arthouse diyebilmemiz için, o filmin kitlesel pazar izleyicisinden ziyade daha çok niş pazarı hedefleyen bağımsız bir film olması gerekiyor. Arthouse filmler, “genellikle kitlesel çekicilik için tasarlanmamış ciddi, sanatsal bir çalışma” olarak değerlendiriliyor ve bu filmler ticari kârdan ziyade estetik nedenlerle yapılırlar dolayısıyla ana akım, popüler filmlerden farklı biçimsel niteliklere sahiptirler.

Bu farklılıklar, hikayenin daha çok karakter odaklı olması hatta bazen filmin genelinde bütüncül bir hikayenin bile olmaması; karakterin ruh haline, düşüncelerine veya hareketlerine odaklanma; deneysel kamera teknikleri; yönetmenin izleyiciye aktarmak istediği bir mesajının olması; üç act kuralının olmaması ve klasik sinemadaki klişeleri barındırmaması olarak sıralanabilir.

Krzysztof Kieślowski (1941 – 1996)

Sanat filmleri denildiğinde akıllara gelen ilk yönetmenlerden biridir Krzysztof Kieślowski. Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Kieślowski, kariyerine içinde büyüdüğü toplumun tarihsel ve politik olarak oldukça karışık olduğu bir dönemde, belgesel çekerek başladı. 1966-80 yılları arasında çağdaş Polonya’nın politik, sosyal ve ekonomik gerçekliklerini gözler önüne seren birçok belgesel filmi çeken yönetmen, The Photograph adlı belgesel filmiyle ilk profesyonel çıkışını yaptı. Her ne kadar açıkça politik olmayan filmler çekmiş olsa da döneminin çoğu Polonyalı yönetmeni gibi onun da bazı filmlerine sansür uygulandı. Uzunca bir süre yalnızca belgesel çeken yönetmen zaman içinde (politik ve bunlardan kaynaklanan ekonomik sorunlar nedeniyle de) anlatı filmlerine yöneldi. Bu seçimi onun yıllar sonra sinemanın en güçlü hikaye anlatıcılarından biri olarak tanınmasına sebep olacaktı.

Kieślowski’nin içine doğduğu toplum ve hayatının belirli dönemlerinde yaşadığı sıkıntılar onun sanatını ve sinema anlayışını büyük ölçüde etkilemiştir. Bununla birlikte çektiği birçok belgesel filmi de sinemasını şekillendirmiş, filmlerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşma fırsatı vermiştir. Kieślowski, filmlerinde olaylara değil duygulara, insan ruhunun belki de hiç fark etmediğimiz yanlarına odaklanır. Filmlerinde kurguladığı karakterler sıradan ancak derin ve inceliklidir; yönetmen karakterlerinin ruh halini seyircinin içine işlercesine, ustalıkla yansıtır. Bununla birlikte Kieślowski’nin filmlerindeki hikaye anlatıcılığı, görüntü yönetimi öylesine güçlüdür ki yönetmen her bir filminde izleyiciyi adeta sanatsal bir yolculuğun kucağına bırakıverir. Filmlerinde günlük hayatın telaşına kapılıp üzerine pek de düşünmediğimiz konuları ele almayı sever. Oldukça incelikli bir bakış açısına sahip olan yönetmen, filmlerin içine öyle detaylar serpiştirmiştir ki filmi her izleyişinizde daha önce görmediğiniz bir detayı fark edebilirsiniz. 

Veronique’nin İkili Yaşamı (1991).

Yahudilik inancındaki “On Emir”in modernize edilmiş hali üzerine kurulu olan ve 10 orta metrajlı filmden oluşan televizyon dizisi Dekalog(1989), yönetmenin karanlık imgeler kurarken izleyiciyi bolca sorgulamaya ittiği epik bir başyapıttır. Birbirini tanımayan ancak bir şekilde aralarında duygusal ya da görünmez bir bağ bulunan iki kadının yaşam mücadelesini ele alan Veronique’nin İkili Yaşamı(1991) müzikleriyle, görüntü yönetimiyle sanata doyacağınız; varoluşunuzla ilgili derin düşüncelere dalacağınız benzersiz bir yapım. Fransız bayrağının renklerinin adını verdiği Üç Renk Üçlemesi (Mavi (1993), Beyaz (1994) ve Kırmızı (1994)) de diğer filmleri gibi Kieślowski’nin dünya sinemasına verdiği unutulmaz filmler arasında yer alıyor. Hayata veda ettikten sonra bile birçok ödüle layık görülen Krzysztof Kieślowski’nin filmlerini henüz izlemediyseniz, bir an önce izlemenizi tavsiye ediyoruz. 

Béla Tarr (1955 -)

Son derece güçlü sinematik evrenine karşın bu tarz listelerde adını çok sık görmediğimiz bir isim Béla Tarr. Yönetmenlik kariyerine Family Nest (1977) filmiyle çıkış yaparak başlayan ve Macar sinemasının en önemli temsilcilerinden olan Béla Tarr, sinemaya olan ilgisini henüz 16 yaşındayken fark etmiş ve amatör olarak belgeseller çekmeye başlamıştır. Ailesinin hem tiyatro hem de film endüstrisinde çalışması muhtemelen onun film yapımcılığına olan ilgisini artırmıştır. İlk yıllarında tıpkı Kieślowski gibi gündelik hayatın içinden hikayeler anlatan, sosyal gerçekliklere odaklanan belgesel tarzı filmler çeken Tarr, zamanla sinematik stilini ve temasını değiştirmiştir; ilk filmlerinden sonra daha farklı bir sinema dili kullanır.

Yavaş, karanlık, kasvetli atmosferlerde, uzun planlarla çektiği filmleriyle tanınan yönetmenin sineması son derece derin, deneysel, özgür ve özgündür. Tarr’ın sineması kendine özgü olduğu kadar bütünlüklüdür de -nitekim filmlerinin her biri, sözünü ettiğimiz özellikleri teknik olarak da hikaye aktarımının bir parçası olarak taşır. Tarr aynı zamanda felsefi konuları da filmlerinde ele alır; şiirsel bir anlatı kurarak seyirciyi uzun süren sekanslara maruz bırakır. Bu durum kimi sinema seyircisine anlamsız ya da sıkıcı gelse de karakterlerin rüzgarlı bir havada yürüyüşünü izlediğimiz uzun sekanslar, Tarr’ın sinemasını karakterize eden önemli ögelerden biridir.

Torino Atı (2011).

Yönetmenin varoluşçu felsefenin izlerini taşıyan filmi Lanet (1988), eskiden bir sanayi kenti olan ancak şimdi terk edilme riskiyle karşı karşıya kalmış bir yerleşim yerinde, anlamsızlığın ve mücadelesizliğin sularında yüzen Karrer adındaki karakterin hayatından bir kesit sunar. Kamera hareketlerinin adeta filmin bir anlatıcısı haline geldiği, metaforik anlatılarla dolu Karanlık Armoniler (2000), küçük bir Macar kasabasında geçer, Tarr’ın bu filmi, Direniş Melankolisi* adlı bir romandan esinlenilerek yaratılmıştır. Nietzsche’nin başından geçtiği söylenilen bir hikayeden esinlenilen ve yönetmenin son filmi olan Torino Atı (2011), kurduğumuz yaşantıların anlamsızlığı üzerine bir hikayedir aslında ve Tarr bu son filmiyle kusursuz bir sinematografi eşliğinde dünyanın sonunu izleyiciye sorgulatır. Yönetmenin sinemasıyla henüz tanışmadıysanız ve özellikle de siyah beyaz filmler izlemeyi seviyorsanız Béla Tarr’ın filmlerini, sanat filmleri sevenlere kesinlikle öneriyoruz.

Theodoros Angelopoulos (1935 – 2012)

Yunan sinemasının ilgi çeken yönetmenlerinden Theodoros Angelopoulos, sinema dünyasının en etkili film yapımcısı ve yönetmenlerinden biri olarak anılıyor birçok sinema eleştirmeni ve izleyicisine göre. 1967 yılından itibaren film yapmaya başlayan Angelopoulos, kariyerinin başlarında Yunanistan’ın o dönemki siyasal atmosferiyle ilgili filmler çekmeye başlamıştır. Bu filmlerde genellikle ülkesinde yaşanan siyasi olayları ve toplumsal dönüşümleri yansıtmaya çalışır.

Ancak tıpkı diğer yönetmenlerde olduğu gibi Angelopoulos da zamanla sinematik evrenini değiştirmeye başlar. Her ne kadar değiştiğini söylesek de aslında yönetmeninin ele aldığı konuların her zaman toplumsal anlatıları da vardır, yalnızca bu anlatılar hikayenin arka planında yer alır ya da karakterlerin hayatında önemli bir yere sahiptir ilk döneminden sonraki filmlerinde. Öyle ki yönetmen kendi filmlerini üç döneme ayırmıştır: ilk dönemini tarihi-siyasi filmler olarak tanımlar, ikinci dönem ise tarih ve siyasetin esas anlatılmak istenen şey olmayan bir arka plan görevi gördüğü filmlerdir ve üçüncüsü de bireyin varoluşunu, arayışı tema olarak aldığı filmler olarak nitelendirir. Dönem dönem farklı özelliklerle karakterize olsa da Angelopoulos’un sinemasını bütünlüklü ve birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Filmlerinde çoğu zaman, zamanda ve mekanda sıçramalara rastlanılır ve sinemasının karakteristik bir özelliği de lirizm ile hüznün, naifliğin ve yalınlığın öne çıkmasıdır.

Landscape in the Mist (Puslu Manzaralar, 1988).

Filmlerinde yavaş ve belirsiz bir anlatı yapısı kurgulayan, uzun planlara yer veren yönetmenin en bilinen filmi, yaşamak için tek bir günü kalan bir şairin odağında, ölümle yaşam arasında gezinen ve melankolik yapısıyla dikkat çeken Sonsuzluk ve Bir Gün(1998)‘dür. Bunun dışında Angelopoulos’un Yunan mitolojisinden ve tarihinden esinlendiği iki farklı üçlemesi vardır. Bunlardan biri Sessizlik Üçlemesi (Kitara’ya Yolculuk(1984), Arıcı(1986) ve Puslu Manzaralar(1988))’dir; tarihin, sevginin ve yaratıcının sessizliğini konu edinir bu üçlemede. Öte yandan yönetmenin sineması görsel boyutuyla olduğu kadar müzikleriyle de son derece dikkat çekicidir. Bu dikkat çeken film müziklerini sıklıkla birlikte çalıştığı Eleni Karaindru yapmıştır. Angeleopoulos’un sinemasını tüm sinemaseverlere öneriyoruz.

*Bu yazıda ve devam yazılarında yönetmenler arasında herhangi bir sıralama yapılmamıştır.

Sanatla kalın!

Kaynak

B., Keith, Film Genres: From Iconography to Ideology (2019), Wallflower P.

 

spot_img
Esra Şahin
Esra Şahin
i am a thinker, not a talker.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Anadolu Turnesi: Psikedelik Bir Yolculuğun Sosyolojik Yansımaları

Alternatif rock grubu Venus Music Peace Band'in Anadolu Turnesine dair bir belgesel incelemesi.

Magnum Fotoğrafçısı Elliott Erwitt: Sıradışı Perspektif

Magnum fotoğrafçılarının yeni yazısında Elliott Erwitt'in hayatına ve eserlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.