“Deliliğin Tarihi”, “Hapishanenin Doğuşu” ve “Cinselliğin Tarihi” gibi güç analizini odağa aldığı kitapları ile tanınan Foucault, 20. yüzyılın en çok alıntılanan düşünürlerinden biri olmaya devam ediyor. Modernitenin bireyler üzerinde uyguladığı kontrol mekanizmaları ve güç ilişkileri üzerinde çalışmalar yapan Foucault bir filozof olarak anılmasının yanı sıra, arkeoloji ve soy bilimi ile bağlantılı iktidar analizleri nedeniyle tarihçi ve siyaset bilimci olarak da kabul edilir. Yalnızca felsefe değil, sosyal bilimlerin bütün alanlarına dair yeni kavramlar ve bakış açılar geliştiren Foucault’yu A’dan Z’ye inceledik.
Neden Foucault’nun Görüşleri Her Zamankinden Daha Önemli?

Foucault durmadan hikâyeler anlatmıştır: Dışlanan deliliğin, kapatılan mahkumların, ölümle yüzleşmenin, hazzın ve cinselliğe atfedilen anlam yolculuğunun, iktidarın ve düşünce sistemlerinin tarihsel dönüşümünün hikayeleri gibi. Kendisi de ‘kurgudan başka hiçbir şey yazmadığını’ ifade eder. Kurgular oluştururken, felsefenin de modern görevini yerine getirdiğini düşünür. Peki nedir felsefenin modern görevi? Üstü örtülen iktidar ilişkilerini açığa çıkarıp eleştirmek, direnişleri kışkırtmak, çok sık boğulan seslere meramını ifade imkanı vermek, yeni öznellikler icat etmeyi mümkün kılmak, özgürlüğü sorgulamak ve meydan okumak. Foucault hikâyeleri ile aslında bize hiçbir şeyin kaderimiz olmadığını ve hayatlarımızı değiştirmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Dayatılmış kimliklere karşı çıkan Foucault için bugünkü hedef, ne olduğumuzu keşfetmek değil; olduğumuz şeyi reddetmek olmaktır. Bugün neyi özgürlük olarak kabul ettiğimizi sorgulamak ve karşı çıkabilmek için belki de iktidar hakikat ilişkisini Foucault felsefesi ile yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Gerçekliğin silikleştiği ve kitlelerin tepkilerinin ve çıkarların ağırlık kazandığı post-truth çağında Foucault her zamankinden daha büyük bir öneme sahip. İçine kapatıldığımız bu hakikati tüm tarihselliği ile Foucault anlatıyor.
‘Aydın’ın Yaşam Öyküsü

Deliliğin Tarihi ve Hapishanenin Doğuşu adlı eserleri ile yaşama ve kurumlara bakışın temellerini sarsmış Fransız filozof Michael Foucault, 15 Ekim 1926 yılında Fransa’da Poitiers’de doğdu. Babası oğlunun da kendisi gibi cerrah olmasını istedi; ancak Foucault felsefeye yöneldi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfeden Foucault, Maurice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı. 1948 yılında felsefe, 1950’de psikoloji diplomasını aldı. 1952 yılında psikopatoloji diploması ile ödüllendirildi. 1954-58 tarihleri arasında İsveç Uppsala Üniversitesi’nde, birer yıl da Varşov ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca dersleri verdi. 1960 yılında ülkesine Clermont-Ferrord Üniversitesi’ne felsefe bölüm başkanı olarak döndü. “Delilik ve Medeniyet” kitabındaki tezi ona doktora ünvanını kazandırdı. Foucault, bu dönemde, on yaş küçük öğrencisi Daniel Defert ile tanışmıştı. Defert’in politik aktivizmi çalışmalarında ona öncü olmuştu. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişkiyi aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olarak betimler. 1966’da basılan karşılaştırmalı ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışması Şeylerin Sırası adlı ikinci eseri, tanınmasında önemli rol oynadı.
1966-1968 yılları arasında Defert ile beraber Tunus’da yaşamasının ardından Foucault, Paris VIII. Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı olurken; Defert ise sosyoloji dersi vermeye başladı. Çift, 1968 öğrenci hareketinden çok etkilendiler ve aktif rol üstlendiler. Aynı yıl, Foucault, başka düşünürler ile bir araya gelerek Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu kurdu. 1969’da Bilginin Arkeolojisi isimli kitabı yayımlandı. 1970 yılında en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’ne Düşünce Sistemleri Tarihi profesörlüğüne layık görüldü. 1975’te felsefe dünyasında yankı uyandıran Hapishanenin Doğuşu’nu yayınladı. Hayatının kalan yıllarında ‘Cinselliğin Tarihi’ni yazdı. 1976’da ilk cildini yayınladı. Eserini tamamlayamadan hayatını yitirdi. Cinselliğin Tarihinin ikinci ve üçüncü ciltleri, öldüğü yıl 1984’te yayımlandı.
‘Ben’i Güçlendiren ve Bizi Bir arada Tutan ‘Öteki’

Tarih boyunca aynı ve farklı olan arasında bir çatışma var olagelmiş; bu çatışmanın olmadığı durumlardaysa icat edilmiştir. Aynı olan, kendisini, kimliğini ve varoluşunu ona göre yorumlayacağı bir karşıtlığa ihtiyaç duyar. Hegel’in köle-efendi diyalektiği gibi, ben kendi konumunu güçlendirmek ve benzerlerini bir arada tutmak için her zaman bir günah keçisi bulmuştur. Ötekileştirme ve ‘öteki’yi tecrit etme bizi bir arada tutmakta ve kimliği güçlendirmekte önemli bir rol üstlenir. Toplumda oldukları halde var olmalarına izin verilmeyen ‘öteki’nin kapatılması, yalnızca olumsuz bir dışlama rolü oynamakla kalmaz. Aynı zamanda olumlu bir örgütlenme rolünü de içerir. Kapatma, aralarında hiçbir benzerlik ya da paralellik olmayan kişileri tek vücut bir alan içinde birbirlerine yaklaştırır. Delilik teşhisi ile toplumdan ihraç edilme ve kapatılma stratejisi, günümüzde ayrıca sürgün, mülteci, göçmen, eşcinsel, azınlıklar şeklinde etiketlenen öteki gruplar üzerinden de yürütülmektedir.
Dışlama ve Kapatma Nedeni Olarak Delilik

Michael Foucault, ‘Deliliğin Tarihi’nde Batı düşüncesine hâkim olan, 18. Yüzyıldan bu yana toplumu düzenleme ve uyumsuzu dışlama mekanizmalarını delilik söylemi üzerinden sorgulamıştır. Foucault, delilik söylemini oluşturan tahakküm biçimleri ile normal ve anormal arasındaki ayrımın dayanaklarını anlamaya çalışır. Deliliğin Tarihi, delilik neden gösterilerek dışlanan ve kapatılan ötekilerin tarihi olarak da okunabilir. Klasik dönem, Ortaçağ ve Rönesans döneminde delilik söyleminin içeriğinin farklılığını anlatan Deliliğin Tarihine genel bir bakış, dışarıdan bir düşman kimlik yaratılsın yaratılmasın, toplumun hali hazırda kendi içinde yabancılaştırma ve dışlama mekanizmasını kullandığını gösterecektir. Bir toplumu anlamak, yalnızca onun benimsediği ya da kapsadıkları ile değil; aynı zamanda dışladıklarının zıtlığı ile mümkündür. “Yani evet dedikleri kadar hayır dediklerinin de doğrultusunda. Her toplum kendini belli kodlara göre şifreler; bu kodların o toplumun kendini algılaması içindeki anlam ve yerlerini ortaya çıkartmadan, ilgilenilen toplumun şifresini çözmek mümkün değildir.”
Ekonomik ve Siyasal İktidarın Nüfus Kontrolü

Bireyin ve direnebilir bedeninin keşfi iktidarın yönelimi iken, biyo-iktidar nüfus ve nüfusun düzenlenmesi ile ilgilenir. Foucault’ya göre nüfusun düzenlenmesi hayatın kendisini düzenlemektir. Siyasal ve ekonomik iktidar gücünü pekiştirmek için doğum ve ölüm, üreme ve doğurganlık oranlarının tespitini ve temel nüfus hareketlerine müdahale etmeyi de meşru kılar. Klasik model, toplumu baskılamak yerine; onu üretmeyi, çoğaltmayı ve verimli kılmayı örgütler. Bu nedenle de nüfusun sağlığına ve bebek ölümlerine yönelir; kamu sağlığı daha fazla merkeze alınır. Örneğin doğum süreci daha fazla tıbbileşmiş ve profesyonelleşmiştir. Aile değerlerini yaymaya çalışmak, doğumu teşvik etmek ya da kürtaj uygulamasını zorlaştırmak ve bedensel sağlığı özendirme yaklaşımları da bu durumu örneklendirmektedir.
Felsefe ve Tarih

Foucault’nun iktidar ile özne arasında kurulan konumsal ilişkileri tahlil ettiği eleştirel bakışı iki temel dayanak üzerinde yükselir: Felsefe ve tarih.
Foucault’nun felsefe alanındaki çalışması, felsefeyi sınırlandıran, önünü kesen ya da hapseden diğer alanları mercek altına alır. Çünkü, Foucault felsefeyi dar bir kapsamda ele alınamayacak disiplinler arası bir çaba olarak kavramsallaştırır.
Modern felsefe tarihine kısa bir bakış, Descartes’ın Kartezyen felsefesinin, insanın, felsefenin merkezine yerleşmesinin önünü açan ilk adım olduğunu anlatacaktır. Kant ‘akıl’ tasarımıyla modern özne kendisini bir bilgi nesnesi haline getirir. İnsanın kendisini bilgi nesnesi haline getirme süreci; yani modernite sürecini anlatan bu ifade Foucault’nun sorunsallaştırdığı pek çok problemin temelinde yatan bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Güvenli bir Toplumda mı Yaşıyoruz?

Foucault, 1977-78 yıllarında verdiği derslerinde güvenlik teknolojilerinin tarihçesini ele alırken asıl amacı güvenlikli bir toplumda yaşayıp yaşamadığımızı sorgulamaktır. Güvenlik söylemi de tarih boyunca her zaman iktidar ile bağlantılı düşünülmüştür. Ortaçağda şehirleşme etrafı duvarlarla çevrili mekansallık ile şekillenir. Zaman içerisinde nüfus ve ticaret artması ile beraber şehirleri dolaşıma açma zorunluluğu doğmuştur. Şehre doluşan dilenciler, gezginler ve hırsızlar nedeniyle şehir bozulma tehlikesiyle karşı karşıya gelir.
Dolaşımı düzenlemek ve iyiyi kötüden ayırmak için egemenlik uzamı sermayeleştirilir, disiplin yapılandırılır ve disiplinin öğeleri hiyerarşik bir yapılandırmaya tabi tutulur. Günümüz modern şehirleri, Foucault’nun anlatısına paralel bir yapılanma oluşturur. Büyük şehirlerin rezidanslarının çit teller, duvarlar, kameralar ve sıkı güvenlik önemleri ile korunması da olası en kötü senaryo öngörüleri bahane edilerek bir kısım insanın ayrıştırılması, dışarıda bırakılması ve şehir içi hiyerarşik dağılımın normalize edilmesidir.
Ekonomik anlamda güvenlik ise “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesinde karşılığını bulur. Foucault, bu düşüncenin yaygın bir ilke olarak kabulünü, nüfusun tamamının güvenliği ve risk yönetimi ile açıklar. Güvenlik normalliği hesap eder, normalliğin nasıl olması gerektiği üzerine bir şema oluşturur ve ‘norm’u böyle belirler. Güvenliğin işleyebilmesi için anormallikler olmalıdır. Nüfusun bir kısmının değeri yoktur; araçsallaştırılabilir. Beden düzenlenebilir değil; harcanabilirdir artık. Önceden ırkçılık ve faşizm ile bağlantı kuran Foucault sonraki derslerinde güvenlik kavramını şaşırtıcı bir şekilde liberalizm ile ilişkilendirecektir. “Küçük balığın büyük tarafından yutulması, rekabete dayanamayanların iflas etmesi, güçsüz olanın sömürülmesi anomali değil, liberal ekonomik zihniyetin “normalidir.”.
Hapishanenin Doğuşu

Foucault, ‘iktidar’ ilişkilerini toplumun siyasi kurumları veya pratikleri ile sınırlandırmaz. Aynı zamanda aile, iş yeri, eğitim ve sağlık kurumu, hapishanede de iktidar yayılır ve gücünü pekiştirir. Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı eseri, bize bedenler aracılığıyla iktidarı anlatır. İktidarın beden üzerindeki etkisini ve onu nasıl harekete geçirdiğini analiz eder. ‘Hapishanenin Doğuşu’nu bir şiddet tarihi olarak okumak da mümkündür; çünkü çalışma, modern ceza sisteminin soykütüksel bir incelemesini içerir. Disiplinci şiddet, bedenler üzerinde kendini açığa çıkaran bir iktidar biçimidir ve ‘beden olarak insana’ yöneliktir. Beden üzerinde iktidar hem aralıksız gözetleme ve denetleme; hem de bedensel zorlama, manipüle etme ve acı çektirme; yani şiddet yoluyla kurulur.
Foucault, disiplinci iktidarı yasanın hakimiyetinden karşıt bir konuma yerleştirir. Yasanın hakimiyeti, yasal/yasa-dışı ikiliğine dayanır; cezalandırma sistemi de buna uygun olarak işler. Disiplinci iktidar ise normlar üzerinden faaliyet gösterir; sağlıklı/hasta, anormal/normal ve sayısını daha da çoğaltabileceğimiz pek çok karşıtlık arasındaki ayrıştırma ile yücelir. Disiplinci iktidar yalnızca cezalandırmaz; rehabilite eder, düzeltir ve yerine geri koyar.
İktidarın Beden Politikaları ve Cinsellik

Foucault, ‘Cinselliğin Tarihi: Bilme İstenci’ adlı eserinde iktidar ve onun hakikat üretme biçimleri ile cinsellik arasında kurduğu ilgiyi, 17. Yüzyıldan bu yana modern toplumun cinsellik söylemini hakikat ve iktidarın iç içe geçmiş halleri üzerinden analiz eder. Cinsellik, geçmişten bugüne yeni bir hakikat üretmek için etkili bir araç olarak kullanılagelmiştir. Foucault’nun cinselliğin tarihini anlatan kitabı, kendi başına cinselliğin sürekli değiştiğinin altını çizer. Tarihsel ve bağlamsal bir olgu olarak görülmüşse cinsellik, toplumsal olarak inşa edilmiş demektir. Cinsellik doğal ve içgüdüsel olma özelliğini kaybetmiş; diğer her şey gibi o da bir tarihe sahip olmuştur.
Foucault, modern Batı toplumlarının cinselliği baskılamaktansa, onu yegane bir sır olarak öne çıkarma yoluyla, kendilerini sürekli cinsellikten konuşmaya zorladıklarını düşünür. Türkiye’de cinsellik ise baskıcı ve cinsiyetçi bir söylem üzerinden karakterize edilir. Cinselliğe bakış, kadını makbul kadınlık sınırları içine kapatan çifte standartlı bir anlayışa dayanır. Türkiye’deki cinselliği düzenleyen iktidar söylem, erkek cinselliğini kışkırtıp teşvik ederken, kadın cinselliğini düzenleyip sınırlandırmaktadır. Erkeğin aşktansa cinselliğe ihtiyaç duydukları ve önem verdikleri yaygın bir kabuldür. Kadın için ise cinsellik bir ihtiyaç olarak görülmeyip; aşk ve duygusal ilişki içerisinde meşrulaştırılan, kabul edilen bir paylaşım olarak görülür. Kadın cinselliğine bakış, cinsiyetçi ahlaksal söylemler, gözetim ve denetim mekanizmaları ile cinsel dürtüyü ve davranışı disipline eden bir yapıdadır.
Foucault, “Hapishanenin Doğuşu” adlı eserinde modern devletin uysal bedenler yarattığını anlatır; çünkü uysallaştırılmış bedenler üzerinde iktidar kurmak çok daha kolaydır. Foucault’nun sözünü ettiği uysal beden yaratma ideali, Türkiye’de kadın bedenine bakışta, namusun kadın bedeni üzerinden etiketlenmesinde, annelik rolünün kutsallaştırılmasında karşılığını bulur. Ataerkil söylem ile kadın cinselliği ve bedeni kontrol altına alınırken, kadınlara uysal ve itaatkar olma rolü dayatılır. Uysallık ve itaatkar sıfatına uygun olarak, kadına ‘annelik’ kimliği üzerinden değer atfeder. Bu da bedeni ve cinselliği aracılığı ile kadın üzerinde toptan ve kollektif bir iktidar oluşturma mekanizmasına örnek olarak düşünülebilir.
Kazı : Arkeolojik Çözümleme

Deliliğin Tarihi’nin yazım sürecini, Foucault arkeolojik bir kazı çalışmasına benzer derin, katmanlı ve karışık bir çalışma olarak değerlendirir. Amaç, kazıda ulaşılan tek tek eserlerin belgelenmesi değil, araştırma bulgularının bütün içindeki yerinin anlamlandırılmasıdır. Deliliğin Tarihi’ni, tarihi bir araştırmada değil; ama delilik hakkında konuşabilmemize olanak veren koşulları saptayan bir araştırma olarak kabul etmek daha yerindedir. Kendisini bir arkeolog olarak betimleyen Foucault, deliliği teşhis eden kuralları, dönüşümleri, normallik ile anormallik arasına sınır çizerek birbirinden ayıran hakim anlayışı çözümler. Bu da ekonomik yapıları, kurumları, davranış örüntülerini, eğitimi, yönetim biçimleri ve insan ilişkilerini belirleyen koşulları içeren bütüncül bir analizi içerir. Foucault, ‘toplumsal öteki’yi yaratan sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi belirleyicilerin üzerindeki katmanlı toprağı kaldırarak, dışlamayı delilik söylemi yoluyla normalleştiren yaşadığımız sistemi eleştirir. Gerçek özgürleşme de uysallaştıran, ötekileştiren, dışsallaştıran, kapatan ve tecrit eden tüm kapatma ve ahlak mekanizmalarının yeni bir hakikat yaratma işlevini görmekten geçiyor.
Merkezsiz İktidar

Foucault felsefi-tarihsel çalışması boyunca iktidarı, dayanaklarını ve işleyişini sorgular. Foucault’nun felsefesi ‘özne’ ve ‘iktidar’ kavramlarına yönelik düşünceleri üzerinden şekillenir. Foucault’nun çalışması felsefe tarihinde alışık olduğumuz türde kesinlik ve tutarlılık ya da kendi içine kapalı bir sistem oluşturmaz. Foucault’nun 1950’lerden 1984’e gelinceye dek yürüttüğü çalışmalarında verdiği mücadele ‘şu ya da bu’ iktidar kurumuna, grubuna, elit kesime ya da sınıfa karşı bir saldırı olmaktansa, bir tekniğe ya da iktidar biçimine saldırmaktır. “Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliği belirleyerek, kimliğine bağlanarak, ona hem kendisinin, hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir.” Foucault için iktidar, gündelik yaşama, öznenin zihnine ve eylemlerini de belirleyen bir kurumdur. Bu, devletin özne üzerinde kurduğu tahakkümden çok daha geniş yayılımdadır.
Normlaşma ve Disiplin

Disiplinci rejim, bireylerin zaman, mekan ve hareketlerini belirli sayıdaki zorlama teknikleri ile denetim altına alır. “Birini gözetlemek, onun tutumunu, davranışını, tavırlarını kontrol etmek, onun verimliliğini arttırmak, yeteneklerini çoğaltmak, onu daha yararlı olacağı bir yere yerleştirmek nasıl olur?” Disiplin, manastırlarda, silahlı kuvvetlerde, atölyelerde çok uzun zamandır var olagelmiştir. Bu kapatılma mekanlarında kullanılan kontrol, ayrıştırma, mekânsal düzenleme, hesaplama, sınıflandırma ve akılcılaştırma teknikleri bedenin belli bir norma uygun hale getirilmesi imkanını yaratır. Çünkü disiplin anatomi politik ile ilgilidir; bedeni tahakküm altına alan ve uysallaştıran akıl hastaneleri, hapishaneler ve üretim yerleri gibi kapalı alanları kuşatır. Disipline etme polisiye, tıbbi, psikolojik, mekânsal ve askeri teknikleri içerir. Foucault bu etkiyi normlaşma olarak tanımlayacaktır. Bireyler, doğru ve yanlış, normal ile anormal arasındaki sapmaz çizgiyi belirleyen normlara tabidir. Bu normalleşme değil; olsa olsa normlaşmadır.
Süreksizliklerin, Kırılmaların ve Kopuşların Söylemi

Dışlama mekanizmalarını anlayabilmek için düşüncenin kesinlik ve tutarlılık ile değil; asıl, süreksizlikler, kopuşlar ve kırılmalarla ilerleyişini görmek gerekir. Delilik, Foucault için kesintiye uğramış bir diyalogdur; delilikten geriye yalnızca sessizlik ve unutuluş kalır. Akıl hastanesine kapatılan bir deli bir süre sonra dışlanmanın olduğu kadar, unutulmanın sessizliğine de mahkum bırakılır. Delilik söylemini anlamak için söyleme dahil edilenler kadar, dışarıda bırakılanlar, kopuşlar, boşluklar, duraksamalar, unutuşlar, üstü yanlış diye çizilenler ve ilgisiz gibi görünen havada kalmış bağlantılar sistemi de analiz edilmelidir. Anormali olarak lanetlenen cüzzamlıların kapatılışının yerini delilerin kapatılışı ve uzaklaştırılışı alır; dışlanma bir gruptan diğerine aktarılmış, kırılma yaşanmıştır. Resmin tamamına bakıldığında içimizdekini dışlama ve etiketleme mekanizması halen toplumun önemli bir dinamiği olmayı sürdürmektedir. Cüzzamın bir tehdit olarak varlığını yitirmesi onun toplumsal işlevlerini, arındırma ve sınırlar belirleme fonksiyonunu yok etmemiştir; sadece bu tahakküm biçiminin nesnesi artık delilik olmuştur.
Titiz bir Rasyonellikle Yönetilen Beden Politikaları: Bio-Politika

Foucault 1978-9 senesinde “Düşünce Sistemleri” kürsüsünde verdiği derslerini biyo-politika olarak adlandırdığı alana ayırır. “Biyopolitika kavramı, modernleşen toplumlarda nüfusun yaşam süreçlerine özgü karakteristik fenomenlerin (sağlık, hıfzıssıhha/hijyen, doğum oranı, yaşam süresi, ırk, vs.) nasıl rasyonalize edildiğini ifade eder.” Biyopolitika, insan türünün temel biyolojik özelliklerini iktidarın hedefi haline getiren bir mekanizmadır. “Biyopolitika, siyasal egemenliğe ilişkin kavramları yeniden formüle ettiğinden ve onları siyasal bilginin yeni biçimlerine tabi kıldığından siyasetin genişletilmesi değil, daha ziyade siyasetin çekirdeğindeki bir değişimdir.” Biyopolitika, Foucault için iktidarın nesnesinin değişmesidir. Nüfusun tıbbileştirilmesi, bilgi düzeyinde insanın canlı varlık olarak ele alınması ve yaşamın siyasal bir matematik olarak ele alınması ile beraber, biyo-politika, modern toplumun dönüştürücü gücü haline gelmiştir. Foucault, bu süreci “biyolojik modernlik eşiği” olarak tanımlayacaktır.
Biyo-iktidar ile birlikte “egemen iktidarın eski öldürme gücü yerini artık titizlikle bedenlerin yönetimine ve yaşamın hesapçı bir biçimde işletilmesine bırakır.” Korono salgını sırasında uygulanan tecrit, karantina, aşı gibi salgını durdurmaya yönelik önlemler, Türkiye’de “Bilim Kurulu”nun haftalık toplantısı ve Kurul’un önerileri doğrultusunda alınan siyasi kararlar, Foucault’nun biyo-politikanın bir iktidar üretme aracı olarak kullanılmasına bir örnek olarak gösterilerek eleştirilmiştir.
Yaratım ve Delilik

Foucault’ya göre insanın en beter deliliği kendisine delilikten bir pay düştüğünü bilmemektir; içine kapatıldığımız sefaleti, doğruya ve iyiye ulaşmayı engelleyen zayıflığı anlayamamaktır. Özellikle güçlü bir akıl deliliği de içinde barındırır. Dehalığa delilik bulaşır, yaratımın itici gücü deliliktir. Hiçbir güçlü akıl yoktur ki, eserini tamamına erdirebilmek için delilik tehlikesiyle karşılaşmasın. Bilgeler ve en iyi şairler delice davranmayı ve bazen kantarın topunu kaçırmayı bu yüzden onaylamışlardır. Bu nedenle genel kabul gören delilik söylemini kontrol etme, dışsallaştırma ve bedeni uysallaştırma mekanizmaları ile bağlantılı, kuşkucu bir bakışla değerlendirmekte fayda görüyorum.
Kaynakça:
Gros, Frederic, Michael Foucault, çev. İsmet Birkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011
Çelebi, Veysi, “Michael Foucault’da Bilgi, İktidar ve Özne İlişkisi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 5, No:1, 2013
Ellialtı, Tuğçe, “Evlilik Öncesi Cinsellik, Bekaret ve Beden Disiplini: Kadınların ‘Aşk’ Üzerinden Cinsel Ahlak Mücadelesi, Cogito: Michael Foucault, sayı:70-71
Foucault, Michael, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 7. Baskı, İstanbul, İmge Yayınları.
Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 6. Baskı, İstanbul: İmge Yayınları
Foucault,Özne ve İktidar, çev. Osman Akınhay, Işık Ergüden, 3. Basım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Gabetti, Zeynep, “Foultcault’dan Agamben’e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi”, Cogito: Michael Foucault, sayı: 70-71
Oksala, Johanna, “Devlet Şiddetinin Yönetimi: Foucault’da Siyasal İktidarın Yönetimsellik Olarak Yeniden Ele Alınması”, Cogito: Michael Foucault, sayı:70-71
Özmakas, Utku, “Foucault: İktidardan Biyoiktidara”, Cogito: Michael Foucault, sayı: 70-71
Öne Çıkan Görsel: geremol.net