Ahmet Hâşim: Saf Şiirin Büyük Şairi

Yazı İçindekiler [hide]

spot_img

“Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına Hâşim’in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsümüzde Piyale ve Şi’r-i Kamer şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında yazdık. Onun için Hâşim’e borçlu olduğumuz şeylerin tam bir muhasebesini yapamayız. Bir gün, bu son yirmi otuz senenin fikir ve sanat hayatını toplu olarak tetkik edecek olanlar, onun kendinden sonra gelen nesil için nasıl bir mürşit olduğunu göreceklerdir. Nurullah Ataç haklıdır: İstikbalin sanat tarihinde bu devrin adı Hâşim devridir.”  Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hâşim’in Yaşamı

Modern Türk şiirinin kurucularından biri olarak addedilen ve kendisinden sonra Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı ve Necip Fazıl Kısakürek gibi birçok sanatçıyı etkileyen Ahmet Hâşim her dönem sanatı ve estetiği ile hayranlık uyandıran büyük bir sanatçıdır. Sembolist-empresyonist şiirin Türk edebiyatında ilk temsilcilerinden sayılan Hâşim, Türk edebiyatına nazım ve nesir alanında çok kıymetli bir miras bırakmıştır.
Alûsîler olarak tanınan ve çok sayıda ilim ve edebiyat insanı yetiştiren bir ulema ailesine mensup olan Ahmet Hâşim’in doğum tarihiyle ilgili birtakım belirsizlikler bulunsa da 1887 yılında Bağdat’ta doğduğu kabul edilir. Babası Alusizade Ârif Hikmet Bey, annesi Sare Hanım Bağdat’ın bir başka köklü ailesi Kahyazadelerdendir. Ailesi bir Arap ailesidir, şairin kendisi de bu gerçeği benimsemiştir. Ahmet Hâşim, Arap kimliğinin Türk’ün ötekisi ve Türk olmayan anlamında kullanılması yoluyla dışlanmıştır, bu bağlamda Araplık mevzusunun Hâşim’in üzerinde bir yere ait olamama durumu yarattığını söylemek mümkündür. Doğduğu topraklar imparatorluktan kopmuştur, bütünlüğü sağlayan imparatorluk çökmüştür ve şair kendini Arap olmaktan dolayı dahil hissedemediği bir ulus devlet kurulmaktadır. Bu noktada, Hâşim’in Arap kimliği ile kurduğu ilişki onu yersiz yurtsuzlaştırmaktadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hâşim’in Araplıkla ilişkisini kan üzerinden değerlendirir ve milliyetçi düşünceyle inşa edilen kanonun dışında bırakılabileceği ihtimaline üstü kapalı değinerek onun ruhça ve kafaca halis Türk olduğundan bahseder: “Hâşim’in binbir türlü tasasından biri de Bağdatlı bir aileden gelmiş olmak, dolayısıyla Arap ırkından telakki edilmekti. O, tuhaf bir sahne oyunuyla asıl babasının bir Yahudi olduğunu öğrenen (İsrail) piyesindeki genç Fransız milliyetçisi gibi damarlarındaki bu yabancı kanla durmaksızın mücadele halinde idi. Yabancı kan diyorum. Çünkü Hâşim ruhça ve kafaca halis bir Türktü. Bütün hususiyetleri ile tam bir İstanbul çocuğu idi. Bundan başka Türk edebiyatına şeref veren bir ismin sahibi olduğunu bizim kadar o da biliyordu ve bunun, günün birinde bir Araplık damlasıyla kararmasından korkuyordu.” Yine Yakup Kadri’nin belirttiğine göre “Ahmet Hâşim milliyet prensiplerine inanır bir adam da değildi: O, her şeyden önce bir insandı ve insanlığı severdi ve muhtelif insan tiplerini, muhtelif iklim hususiyetlerini onun kadar kuvvetle anlayan, tadan kimselere nadir tesadüf ettim.”  (Karaosmanoğlu, 2000: 31-32)
Hâşim yedi yaşında öksüz ve yalnız kalır. Babası katı bir adamdır, oğluyla ilgilenmez. Bundan ötürü şair, annesinin ölümüyle derinden yaralanır. Ahmet Hâşim’in annesiyle ilişkisi oldukça güçlüdür. Hasta annesiyle çıktığı akşam gezintileri, güneşin batışında çevreyi saran kızıllık, çölün ve gökyüzünün sonsuzluğu, ay ışığının Dicle’ye yansıması onun çocukluğunun unutulmaz anıları olarak şiirlerinde yer alır.
Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde, her akşam
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fâm
Sisler uzanırken o senin doğmanı bekler. (O)

 

Hâşim, “hasta ve mutsuz” olarak anlattığı annesine büyük bir sevgiyle bağlıdır. Baba ile ilgili Ahmet Çoban’ın kaynaklardan hareketle aktardığı yorumlar önemli ve gerçeğe yakındır: 1896’da Revendus’a giden ve orada evlenen babasına saygılı olduğunu söyleyenlerin yanında, tersini savunanların çokluğu dikkati çekmiştir. Suut Kemal Yetkin “suçlu olduğu zamanlar babasının kendisini odaya kapadığını söyleyivermiş idi.” der. Kimine göre, kendisiyle yeterince ilgilenmeyen; kimine göre, haşin ve sert bir adam olan babası, kimilerine göre de “soğuk, katı, hoşgörüsüz, oğluna pek ilgi göstermeyen” biridir.

Ahmet Hâşim, çocukluk günlerini hasta anne ve kederli bir babanın gölgesinde şaşkın ve üzüntülü bir çocuk olarak Bağdat’ta geçirmiştir. Hâşim, bu dönemle ilgili hatıralarını Abdülhak Şinasi Hisar’a anlatmıştır: “Orada küçücük arkadaşlarıyla Efganlı, sert çehreli, lâlalarının yanlarında, koşa koşa o rengârenk çinili camilerin havuzlu odalarında, hasırlar üstünde, talebeler, muallimler ve güvercinlerin karıştıkları ders odalarında en önce hüsn-i hat, sonra Kur’an cüzleri okurlarmış.” (Hisar, 1963: 7) Bu anı parçasına ek olarak Hâşim’in on yaşına kadar hep Arapça konuşulan çevrelerde yaşadığını, tam olarak Türkçe öğrenemediğini dile getirmekte fayda var.

Annesini kaybeden Hâşim’i babası atandığı yerlere götürür, bu atamalar nedeniyle Hâşim’in öğrenimi sürekli kesilir ve ilköğrenimi on iki yaşına kadar uzar. Oğlunun bu şekilde düzenli bir eğitim alamayacağını düşünen Arif Hikmet Bey onu İstanbul’a getirir. Hâşim öncelikle Türkçeyi öğrenmesi için önce Numune-i Terakki okuluna gönderilir ardından, bir yıl sonra eğitim dili Fransızca olan Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray Lisesi) kaydettirilir. Türkçeyi öğrenmeye çalışırken bir yandan da Fransızcayı öğrenmek zorunda kalmasının şair üzerinde nasıl bir etki yarattığını Ahmet Çoban şöyle dile getiriyor: “Temel bir dil eğitimi almaması, birini daha öğrenemeden diğerini öğrenmek zorunda kalması; özellikle şiirlerindeki dilin karışık olması sonucunu doğurmuştur. Fakat, okulda Türk öğretmenler bulunduğu için Fransızcaya büsbütün teslim olmaktan kurtulmuş ama yine de bu karmaşadan tam sıyrılamamıştır.”  (Çoban 2004: 22) 

Dil ile ilgili sorununun yanı sıra, ilk etapta Galatasaray’da bir ortam bulamaması onu yabancılaşmaya itmiştir; dil, insanlar, töreler yabancıdır. Hâşim, bu yabancılar ve yabancılıklar içinde yapayalnızdır. Yatılı okul, bu yalnızlık ya da yabancılık duygusunu iyice koyulaştırmıştır. Yalnız, sessiz, gam ve gözyaşlarıyla dolu yatılı geceleri okul hayatı boyunca sürmüştür. Alaycı akranları arasında adı “Arap Hâşim” dir.

Galatasaray dönemi Ahmet Hâşim‘in şiire başladığı ve edebiyat çevresinden arkadaşlar edindiği dönemi kapsar. Hâşim, Galatasaray’daki ilk yıllarında edebiyattan ziyade matematik dersine ilgi duyar. Daha sonraları tanıştığı Ahmet Bedii adlı arkadaşının verdiği Van Bever ve Paul Leautaud’nun o zamanlar bir cilt olan ‘Anthologie des poetes d’aujord’hui’sini okuduktan sonra şiire başladığını Hâşim daima söylermiş. Bu noktada, şairin edebiyata ilgisinin nasıl başladığını anlatan kendi yazısından bir bölüme bakmakta fayda var: “Küçükken edebiyat denilen şeyi sevmezdim. Akrabamdan bir süvari zabiti vardı. Hafta tatillerinde koltuğunda bir sürü kitapla bizim eve gelirdi. Zavallı savaşta öldü. Bir gün bizde kalan kitaplardan birini ele aldım. Şurasına burasına göz atarken ilginç bir ilgiyle okumaya başladım. Bunlarda Muallim Naci ve yaşıtlarının şiirleri vardı. Sonra nasıl bir boş dakikamdı bilmiyorum. Onlara benzer bir şey yazmak arzusu içimde uyanıverdi. Bir şiir yazdım, fakat o kadar saçma ve manasız buldum ki okuldaki çekmeceme attım. Arkadaşlarımdan biri benden habersiz bu çekmeceyi karıştırırken bu saçmayı bulmuş ve o zaman yeni yayınlanmaya başlayan Mecmua-i Edebiye adlı dergiye göndermiş. Ben dergiyi okurken “Manzumenizi pek beğendik” diye birkaç söz görünce hayretler içinde kaldım… Galatasaray’da Ziya Bey adında bir Fransızca öğretmenimiz vardı. “Hâşim Efendi sen şiir yazıyormuşsun. Ben senin ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim” dedi. Tam üç sene şairliği bıraktım.” (aktaran Özdemir, 1990: 10)

Ahmet Hâşim Yalovada Abdülhak Hamidle birlikte

Ahmet Hâşim ve daha sonra edebiyat- fikir tarihimizde iz bırakacak olan arkadaşları Ahmet Samim, Orhan Şemseddin, Hamdullah Suphi, İzzet Melih, Refik Halid, Emin Bülend ve Ahmet Bedii Galatasaray Lisesi’nde teneffüs zamanlarında coşkulu edebiyat tartışmaları yapıyorlar, gelecek için projeler oluşturuyorlardı. Edebiyat öğretmeni Ahmet Hikmet’in onlardaki edebî zevkin ortaya çıkmasında büyük etki ve katkısı oluyor, onlara Fransız edebiyatını tanıma konusunda yardım ediyordu. Bu edebiyat grubu içinde şiirini bir edebiyat dergisinde ilk yayımlayan Ahmet Hâşim’dir. İstanbul’da çıkan Mecmua-i Edebiyye’de 1901 yılında yayımlanan bu ilk şiir Hayâl-i Aşkım’dır. Bunun yanında, Hâşim Şi’r-i Kamerleri 1900 yılında Galatasaray’da yazmaya başlar ve dokuz şiirlik bu diziyi okul sıralarında tamamlar.

Galatasaray’daki hocaları önceden de belirtildiği gibi onun şair kimliğinin oluşumunda oldukça önemli bir yere sahiptiler. İkinci sınıfta Tevfik Fikret Türkçe hocası olmuştur. Dördüncü sınıfta edebiyat hocası olan Ahmet Hikmet Bey’in Ahmet Hâşim üzerinde etkisi büyüktür. Ahmet Hâşim bunu bir yazısında şöyle ifade eder: “Ahmed Hikmet’in edebiyat dersleri iddiasızdı. Henüz bıyıkları terlememiş muhataplarına, Türkçeyi doğru yazmayı öğretmekten daha yüksek bir gayesi yok gibiydi. Fakat üstadın asıl dersleri, basit üslûp kaidelerini anlatırken, sadet harici olarak söylediği sözlerin içinde gizli idi. O zaman kelimelerin arasından garip bir şafak sökerdi ve ruhlarımızı tatlı bir aydınlığa boğardı. (….) Bir gün bize bilmem neden bahsederken demişti ki: Fikrin şekilden evvel hazırlandığı hissini veren eserlerde şiir mucizesinin tekevvününe imkân yoktur. Ahenk ve kafiye tesadüflerinden doğmayan figürler san’ata al edilemez.” (aktaran Evrimer, 1959: 11)

1907 yılında Galatasaray’dan mezun olan Ahmet Hâşim, Reji İdaresi’ne memur olarak girer. Diğer taraftan Hukuk Mektebi’ne devam etmektedir.

Bu dönemlerde Ahmet Hâşim’in Fecr-i Âti ile ilişkisi ise oldukça ilginçtir. Bu ilişkiyi ele almadan önce topluluğun kuruluşuna değinmekte fayda var: Topluluğun kuruluşu ile ilgili haber Servet-i Fünûn’un 25 Mart 1909 tarihli 930. sayısında yayımlanır. Haberde, bazı münevver gençlerin Faik Ali Bey’in başkanlığında Fecr-i Âti adıyla bir şiir ve tefekkür topluluğu kurduklarından “Sanat şahsî ve muhteremdir.” sözünü düstur edindiklerinden ve yakında Fecr-i Âtî adında bir dergi çıkaracaklarından söz edilmektedir. Bu haberin yayımlanmasından bir hafta kadar sonra başlayan 31 Mart İsyanı sırasında Hilâl Matbaasının da basılması yaş ortalamaları yirmi üç olan Fecri Âtîcileri bir hayli ürkütmüş olmalı ki sanat görüşlerini açıkladıkları beyannameyi aynı dergide tam on ay sonra neşreder. Beyannamenin altında Hâşim’in de imzası vardır. Beyannamenin altında imzası olmasına rağmen Hâşim, grubun toplantılarına neredeyse hiç katılmaz. Ama şiirleri yine bu topluluğun yayın organı olan Servet-i Fünun‘da yayımlanır.  Diğer yandan, Ahmet Hâşim Fecr-î Atî ile ilişkisi üzerinden şu yorumu yapmaktadır: “Benim neslimden gençler gülünç bir isim altında bir edebî taazzuv vücuda getirmişlerdi… Ben bu fecr-i kâzibe kendi kaptırmadım. Yalnız, bu zümre ile kısaca alâkadar oldum.”

Bu topluluk kısa sürede dağılır. Ahmet Hâşim, Reji’deki görevinden kendi isteğiyle ayrılır ve hukuk eğitimini yarıda bırakır İzmir Mekteb-i Sultanisi Fransızca  öğretmeni olarak tayin edilir. İzmir’de Göl Saatleri‘ini oluşturan şiirlerini yazıp neşrettikten sonra uzun bir suskunluk dönemine girer. Yakup Kadri ile geçirdiği 2 yıllık İzmir yaşamından sonra 1913 martında İstanbul’a döner ve Maliye Nezareti Kalem-i Mahsus mütercimliğinde çalışmaya başlar.

Ahmet Hâşimin askerlik fotoğrafı

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine 1914’te askere alınır. 1915’te ihtiyat zâbitliği vekilliğine terfi ettirilir ve Çanakkale cephesinde görevlendirilir. Ne şiirlerinde ne de yazılarında Çanakkale ile ilgili herhangi bir ayrıntıya rastlamak mümkündür. Yalnız Ruşen Eşref Ünaydın, Ahmet Hâşim’in kendisine “Anafarta denizlerinin üzerindeki kırmızı gurubları” ve Çanakkale’deki askerlik tecrübesini anlattığını söyler fakat anlattıklarını aktarmaz. Beşir Ayvazoğlu, askerlik ve savaşın Hâşim’in mizacına uygun olmadığından eserlerinde Çanakkale’ye dair bir ayrıntıya rastlamadığımızı söyler. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Ahmet Hâşim İade Nezareti müfettişliğine getirilir. Denetim göreviyle Anadolu’nun çeşitli illerine, Aydın, Niğde, Manisa ve Konya’ya gider, İzmir’de görev alır. Aralık 1918’de terhis edildiğinde iaşe müfettişliği maaşı kesilir. İşsizdir ve para sıkıntısı içerisindedir. Sonunda Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) estetik ve mitoloji öğretmenliğine atanır (1919).

1921 yılı şairin hayatındaki önemli dönemeçlerden biridir. Bu yıl Dergâh dergisi çıkar. Bu derginin çıkacağı dönemde Ahmet Hâşim, Yahya Kemal ve o zamanın genç şairleri Nuriosmaniye’deki İkbal kıraathanesinde bir araya gelirlerdi. Bu edebiyat sohbetleri Dergâh’ın çıkışını beraberinde getirdi. Ahmet Hâşim derginin adının Haşhaş olmasını önerse de dergiye Dergâh adı verildi. Mustafa Nihat Özön’ün sahipliğini üstlendiği ve Yahya Kemal’in başyazar olduğu Dergâh’ın ilk sayısında yer alan Ahmet Hâşim’in Bir Günün Sonunda Arzu şiiri çok ses getirir. Çeşitli eleştiri ve alaylarla karşılanan bu şiir gereğinden fazla kapalı bulunmuştur. Bunun üzerine Ahmet Hâşim aynı yıl içinde şiir anlayışını ayrıntılarıyla anlattığı “Şiirde Mânâ ve Vuzuh” adlı makalesini yayınlar. Şair bu makalesine daha sonra Piyale‘nin başında yer verecektir. Buna ek olarak aynı yıl içinde Göl Saatleri Dergâh yayınlarının ilk kitabı olarak basılır. Bu kitaptaki şiirleri alayla karşılandı ve Hâşim eleştiri yağmuruna tutuldu. Bir yandan da büyük ilgi gören bu kitap Abdülhak Şinasi, Nurullah Ataç tarafından değerlendirilir, söz konusu eserin Türk şiirine getirdiği yenilikler ve şairin şiir anlayışı üzerinde durulur. Hâşim eleştirmenlerin gözünde yenilikçi, dikkatle izlenen, öncü bir şairdir.

Kimileri bir devlet çökerken onun geceden, kuşlardan, mehtaptan, gökten bahsetmesine tepki gösteriyordu ve Hâşim fildişi kulesinde yaşamakla suçlanıyordu. Yazdıklarının çevresindekiler tarafından sürekli eleştirilmesi, yabancılığı nedeniyle dışlandığını hissetmesi, yalnızlığı, çirkinlik düşüncesi ve ekonomik problemleri şairin sürekli bir karamsarlık içinde olmasının sebepleridir. Tüm bunların kaçışını hayal beldelerinde arar.

Ahmet Hâşimin Sanayi i Nefisede okulun kadınlar kısmında bulunan öğrencilerle çekilmiş bir fotoğrafı

Ahmet Hâşim 1924 yazında Paris’e gider. Türk edebiyatının Tanzimat’tan sonraki gelişimini ele alan “Les Tendances Actualles de la Littérature Turque” (Türk Edebiyatının Şimdiki Eğilimleri) adlı makalesini Mercure de France dergisinin ağustos sayısında yayınlar. Ahmet Hâşim, Paris’ten döndüğünde Lozan Antlaşması imzalanmıştır şair Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlar.

Hâşim açısından 1926 yılı bereketli bir yıldır. Dergâh, Yeni Mecmua ve eski Resimli Kitap’ta çıkmış olan şiirlerini “Piyale” ve “Şiir-i Kamer” bölümlerinde toplamış, Piyale adını verdiği kitapta yayınlamıştır. Bu verimli yılda Ahmet Hâşim, Ali Naci Karacan’ın İkdam gazetesine fıkralar ve makaleler yazmıştır. Diğer yandan, Meş’ale dergisine deneme ve eleştiriler yazmaktadır. 1928’de muayene ve deniz havası almak için ikinci kez Paris’e gider. Paris yolculuğunun üzerinde bıraktığı izleriyle İkdam’da çıkan yazılarını Bize Göre adıyla bastırır (1928). Aynı yıl Piyale’nin ikinci basımı yapılır ve Akşam’da, Dergâh’ta çıkan yazılarını Gurâbahane-i Lâklâkan adlı kitabında toplar. Ayrıca, 1928’de Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde Fransızca öğretmenliği yapmaktadır.

Frankfurt dönüşünde Ahmet Hâşim

1928’den sonra böbrek rahatsızlığı artar. Böbrek hastalıklarıyla kalp iltihabı teşhisi konularak Erenköy Sanatoryumu’nda üç ay tedavi görür. Buradan alınan raporla Frankfurt’ a gönderilir. Dönüşte, yolculuk anılarını Mülkiye dergisinde ve Milliyet gazetesinde tefrika eder. Aynı yıl içinde bu yazıları seyahatname türünün en güzel örneklerinden biri olan Frankfurt Seyahatnamesi adlı kitapta toplar. Bu kitap, şairin son kitabı olur. Ahmet Hâşim, sadece kıt’alardan oluşan küçük bir şiir kitabı hazırlamak istemektedir. Rahatsız olduğu için baskı işleriyle Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi’yi görevlendirmek istediğini söylemiştir. Kendisine ve perhizine hiç dikkat etmeyen Hâşim’de karaciğer hastalığı nüksetmiştir. Böbrekleri tamamıyla bozulmuş, kireçlenmiştir. Dostları onu Alman Hastanesi’ne yatırırlar. Ancak tedavi mümkün değildir, tekrar İstanbul’a döner. Uzun bir zaman kendisine fedâkârca bakan Güzin Zarife Hanımla nikahlanır. Hâşim’in 1921’de Hatice Muazzez adlı bir kadınla evlendiği ve bu evliliğin 3 ay sürdüğü kayıtlardan öğrenilmiştir.

4 Haziran 1933’te ise Kadıköy’deki evinde vefat eder. Ertesi gün büyük bir cenaze töreniyle gömülür. Şair ve yazarlardan, halktan ve öğrencilerinden oluşan büyük bir kalabalık onu son yolculuğuna uğurlar. Hâşim’in ölümü büyük bir üzüntü yaratmış, onun ardından gazete ve dergilerde çok sayıda yazı çıkmış Mülkiye, Yeni Türk, Yedigün gibi mecmualar onun için özel sayılar yayınlamıştır. Hastalığının en ıstıraplı günlerinde bile şiir yazmaya çalışan ve üçüncü şiir kitabının hayâlini kuran şairin ağzından çıkan son vezinli söz; “Şairlerin en garibi öldü” olmuştur.

 

Kaynakça

  1. Afşar, F. (2004) Ahmet Haşim’in Şiirlerinde Kelime Dünyası. Yayınlanmış doktora tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara.
  2. Özkök, S. (2019) Subject, nature and deterritorialization in Ahmet Haşim’s poetry. Yayımlanmış doktora tezi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul.
  3. Karaosmanoğlu, Y. K. (2000). Ahmet Haşim. İstanbul: İletişim Yayınları
  4. Hisar, A.Ş. (1963). Ahmet Haşim şiiri ve hayatı. İstanbul: Hilmi Kitabevi.
  5. Çoban, A. (2004). Çöller ve göller şairi Ahmet Haşim (Kişiliği, şiirleri, dil ve üslûbu). İstanbul: Akçağ Yayınları.
  6. Özdemir, A. (1990). Ahmet Haşim. İstanbul: AŞG Ajans Yayıncılık.
  7. Evrimer, R. N. (1959). Ahmet Haşim hayatı, edebi şahsiyeti, san’atı, bütün şiirleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi

Görseller: Yedigün dergisi
twitter.com/alisukrucoruk Erişim tarihi 09/02/2022

spot_img
Asya Yüce
Asya Yüce
neşesi yeter!

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Magnum Fotoğrafçısı Elliott Erwitt: Sıradışı Perspektif

Magnum fotoğrafçılarının yeni yazısında Elliott Erwitt'in hayatına ve eserlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.