Sinemaseverler olarak elimizden geldiğince film festivallerini takip edip, yeni filmler keşfetmenin peşine düşüyoruz. Film festivali denilince de en tanınır olarak aklımıza şüphesiz ilk Cannes Film Festivali geliyor. Avrupa’nın en büyük üç film festivalinden biri olan festival, her yıl dikkatleri çekerek gündemden uzun bir süre düşmüyor. Festivalin en prestijli ödülü ise Altın Palmiye Ödülü (Palme d’Or). Bu ödülü alan filmlerin ise bir klasik haline gelip yönetmenlerinin kült filmi haline geldiklerini rahatça söyleyebiliriz. Altın Palmiye En İyi Film Ödülü‘ne layık görülen unutulmaz yapımlar arasından 10 filmlik bir seçkiyi sizler için hazırladık.
1- Cherbourg Şemsiyeleri – Les Parapluies de Cherbourg (1964)
Fransız sinemasında önemli bir yere sahip olan filmin yönetmen koltuğunda başarılı yönetmen Jacques Demy oturuyor. Dönemini düşündüğümüzde bir müzikal filmi olarak her bir diyaloğunun şarkı şeklinde verilmesiyle ise farkını en baştan ortaya koymuştur.
Geneviève ve annesi Fransa’nın küçük bir liman şehri olan Cherbourg’da şemsiye satarak geçinmektedirler. Olaylar ise Geneviève ve oto tamircisi Guy’ın birbirine aşık olması ile başlıyor. Geneviève’nin annesi bu aşkın her zaman karşısında dururken, iki aşığın zorunlu ayrılığı izleyenleri yeni bir drama sürüklüyor. Cherbourg Şemsiyeleri, Altın Palmiye ödüllü filmler arasında bir müzikal filmi olarak ritmi ve tınısıyla izleyiciyi peşinden sürükleyecek bir etkiye sahip.
2- Cinayeti Gördüm – Blow-Up (1966)
İngiliz-İtalyan ortak yapımı bu sanat filmi, 1967’de Altın Palmiye almasıyla birlikte İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin kült filmi haline gelmiştir. Bir fotoğrafçının çektiği karedeki ayrıntıların peşine düşmesiyle başlayan olaylar ise temelini Julio Cortazar’ın kısa bir hikayesinden alıyor. Aslında film anlaşılması ve izlenebilmesi zor bir film diyebiliriz, özellikle de durum hikayesini sevmeyenler için. Çünkü filmde asıl olayla ilgisiz gibi göreceğimiz birçok hatırı sayılır sahne ile karşılaşıyoruz. Ama aslında hepsi, filmin vermek istediği ana mesajın bir parçası niteliğinde.
Ana karakter Thomas, kendi yalnızlığından ve sıradanlığından kurtulmak için çektiği bir fotoğraf karesindeki kendi yarattığı bir cinayetle kendine göre bir gerçeklik algısı yaratıyor. Bu algı aslında hayatının boşluğundan kurtarmak için zihninin ona oynadığı bir oyundur. Antonioni, Thomas’ın psikolojisini çözümleyebileceğimiz alt metinlerle birlikte büyük bir dinginlikle sanatını konuşturuyor.
3- Taksi Şoförü – Taxi Driver (1976)
Ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin yönetmen koltuğunda oturduğu film Robert de Niro’nun Travis Bickle karakterindeki gösterdiği performansla beraber hafızalara kazınmıştır. Öyle ki Robert de Niro’nun buradaki oyunculuğu, Meryl Streep’in ideali olmuştur. Gerçekten de Niro, karakterini fazlaca özümseyerek yer yer yaptığı doğaçlamalarla beraber adeta bir oyunculuk resitali sunuyor.
Travis, Vietnam Savaşı gazisi olarak savaşın etkilerini üstünden atamamış yapayalnız ve ilk başta ‘sıradan’ bir taksi şoförüdür. Kendi ruhsal ve duygusal hezeyanlarıyla başa çıkmaya çalışırken adaletten yoksun ve acımasız bir toplum düzeni ile karşı karşıya kalır. Daha sonrasında ise bu düzene tüm benliğiyle savaş açar. Artık ‘sıradan bir taksi şoförü’ değildir.
4- Piyano – The Piano (1993)
Başrollerinde Holly Hunter, Harvey Keitel ve Sam Neill’in yer aldığı Amerikan dram filminin yönetmen koltuğunda ise Jane Campion yer alıyor. Campion, Piyano ile Altın Palmiye Ödülünü kazanan ilk kadın yönetmendir. Film, 6 yaşından beri hiç konuşmayan dilsiz bir anne olan Ada ile kızı Florya’nın hikayesini anlatıyor. Ada, yıllardır bu sessizliğini piyanosu ile dışarı vurmuş bir kadındır. Fakat babasının planlamasıyla olacak bir evlilik için tek varlıkları olan kızı ve piyanosu ile birlikte Yeni Zelenda’ya gitmesiyle her şey değişecektir. Piyanosundan ayrı kaldığında ise sesine yani piyanosuna tekrar kavuşmak için verdiği mücadele onu yeni keşiflere sürükleyecektir.
Aslında piyano, ataerkil düzenin içinde nesne gibi görülen kadının özne olma mücadelesindeki sessiz çığlıkları olan kutsal bir nesne konumundadır. Film, bazen Ada’nın sessizliği ile bazen de piyanonun hüzünlü tınısıyla ince ince içimize işleniyor.
5- Ucuz Roman – Pulp Fiction (1994)
Kendine has tarzıyla ve sinemaya kazandırdığı ‘tarantinovari’ deyimiyle bildiğimiz Quentin Tarantino yönetmenliğindeki film, kült yapımlar arasında yerini almıştır. Bir Tarantino klasiği olarak zamanını aşarak Tarantino severler için hala göz bebeği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir suç filmi olarak 7 aykırı karakteri bir noktada birleştirerek, onları yeni açmazlara ve kanlı yüzleşmelere sürüklemesiyle baştan sona dinamik bir yapıda ilerliyor.
Yönetmenin üslubuyla paralel olarak filmde kendimizi zaman ve kurgu karmaşasının içinde buluyoruz. Böylece postmodern bir anlatı ortaya koyarken ikon haline gelen sahneleri ve medyaya yönelik içinde mizahı da barındıran eleştirileri ile akıllarda yer edinmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Tüm bunlara ek olarak yıldızlar geçidi gibi olan oyuncu kadrosu da cabası. Tim Roth, Bruce Willis, Uma Thurman, Samuel L. Jackson, John Travolta ve Harvey Keitel filmin kadrosunu oluşturuyor.
6- Sonsuzluk ve Bir Gün – Eternity and a Day (1998)
Sonsuzluk ve Bir Gün, Yunanistan’ın önde gelen yönetmenlerinden biri olan Theodoros Angelopoulos’un unutulmaz bir filmidir. Bruno Ganz’in başarılı performansıyla izlediğimiz ana karakter olan Alexandre ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir yazardır. Hastaneye yatmadan bir gün önce göçmen bir çocukla karşılaşmasıyla ise hayatında yepyeni bir yolculuk başlıyor.
Genel olarak zaman algılarının üzerinde durulan filmde aslında yaşanılan o bir günde zaman, sonsuz bir düzlemde akıyor. Filmin ismi ise işte tam da burada anlam kazanıyor. İzlerken Alexandre ile hayatın anlam arayışına tekrar çıkarken Eleni Karaindrou’nun eşsiz müziğiyle filmin ruhumuzu dinlendiren tarafını keşfediyoruz .
7- L’enfant – Çocuk (2005)
Belçikalı usta yönetmenler Dardenne Kardeşler, Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’nin eseri olan film, ikiliden beklediğimiz gibi yüksek tempolu bir aksiyon vaat ediyor. Başrol karakterimiz Bruno, türlü hırsızlıklar yaparak geçimini zar zor sağlayan bir gençtir. Sevgilisi Sonia ile birlikteliğinden olan çocuğu dünyaya geldiğinde ise artık geçimlerini sağlamak imkansız hale gelmiştir.
Bruno ise çareyi çocuklarını para karşılığında satmakta bulur fakat bu sevgilisi ise arasına görünmez bir duvar örer. Aksiyonun zirve bulduğu sahneler burada, Bruno’nun çocuğunu geri almak için verdiği mücadelede başlar. Yani aslında izlediğimiz Bruno’nun kendi çocukluğundan evrilip, büyümesi ve çarpıcı gerçeklerle yüzleşme süreci oluyor.
8- 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün – 4 Months, 3 Weeks And 2 Days (2007)
Romanya sineması adına bir rönesans filmi olarak değerlendirilen filmin yönetmen koltuğunda Cristian Mungiu oturuyor. Film, Cannes Film Festivali başta olmak üzere birçok film festivalinde dikkatleri üzerine çekerek oldukça ses getirmiştir. Filmdeki iki genç kadın olan Otilia ve Gabita’nın dramatik hikayesi ise Romanya komünizminin sert zamanlarında geçmektedir. Gabita’nın hamile olduğunu öğrenmesi ve bu hamileliği sonlandırmak istemesi hikâyenin başlangıcını oluşturmaktadır.
Fakat o dönemde kürtaj yasaktır ve bu yasak iki arkadaşı yasa dışı bir çözüme sürükleyecektir. Film zamanının baskıcı tutumunu, hayatın içinden bir olayla abartısız şekilde dile getirmesi ve dozunda yaptığı göndermelerle eleştirmesiyle başaryı yakalamıştır.
9- Beyaz Bant – Das Wiesse Band (2009)
Kendi deyişiyle “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler” yapan Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin yazıp yönettiği film, yönetmenin anlattığı film tarzına tam olarak uyuyor. Beyaz Bant, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Almanya’nın bir köyünün sıradan görüntüsü altındaki şiddet ve baskı ile kurulmuş düzenin sır perdesini aralıyor. Köydeki gizemli ölüm ve şiddet olaylarının arka planına tanık olurken aynı zamanda olaylara çocukların bakış açısından da tanık oluyoruz.
Çünkü bu acımasız düzende yetişerek en çok zarar görenler ‘beyaz bantlı çocuklar’ oluyor. Kötülüğün ve suçun kaynağı nerede/ne zaman/nasıl ve ne aracılığıyla başladığına dair birçok soruyu beraberinde getiren film, siyah-beyaz ve gerçekçi çekim açıları ile birleştiğinde kafamızda rahatsızlık uyandırmayı kesinlikle başarıyor.
10- Kış Uykusu – Winter Sleep (2014)
Kış Uykusu’nun, Türk sineması adına bizi en çok gururlandıran yapımların arasında başta geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliğindeki film ise Altın Palmiye Ödülünü kazanan ikinci Türk filmidir. Aynı zamanda 196 dakikalık süresiyle Altın Palmiye için seçilen en uzun filmlerden biridir. Bu yönüyle Ceylan’ın ne kadar cesur bir yönetmen olduğunu tekrar görüyoruz. Filmin başrollerinde ise şahane performanslarıyla Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen’i görüyoruz.
Film aslında bizi çok farklı olaylarla karşılaştırmıyor. Ceylan’ın diğer filmlerinde de olduğu gibi bizden olanı yine bizle yüzleştiriyor. Kış Uykusu’nda ise Aydın karakterinin 25 yıllık tiyatro kariyerinden sonra babasından kalma oteli işletmek için Kapadokya’ya dönmesiyle birlikte karakterin iç dünyası ve çevreyle olan yüzleşmelerine şahit oluyoruz. En sert yüzleşmeler de şüphesiz genç karısı Nihal ve dul kardeşi Necla ile yaşanıyor. Ceylan, Çehov esintilerini gördüğümüz filmde sınıfsal farklılıklara ve ‘entelektüellik’ kavramına yeni bir bakış getiriyor. Kış ortasındaki eşsiz Kapadokya manzarası ise Gökhan Tiryaki eşliğinde inanılmaz bir sinematografi sunuyor.
KAYNAK
https://medium.com/t%C3%BCrkiye/cinayeti-g%C3%B6rd%C3%BCm-d10e7121c7f
https://filmhafizasi.com/insan-ruhunun-karanlik-dehlizlerine-yolculuk-kis-uykusu/
https://ayrintidergi.com.tr/beyaz-bant-tanri-kotulukten-mi-korur-kotulugu-mu-var-eder/
https://filmhafizasi.com/das-weisse-band-masumiyet-maktulleri/
https://filmhafizasi.com/4-months-3-weeks-2-days-kusursuz-bir-gerceklik/