Toplumlar, en ilkel zamanlardan beri belirli bir ideolojiye, felsefeye göre hareket eder ya da ettirilirler. Bunun doğrultusunda siyaset kavramının çok eskilere dayandığı söylemek mümkün. Bu kavramı, Antik Çağ çerçevesinde ve Konfüçyüs’ün bakış açısı ile incelemeden önce 4 temel siyasi kavramdan bahsetmek isteriz.
İdealizm
İdealizm; adalet, eşitlik, özgürlük, mutluluk gibi tinsel kavramların temelinde yatar. Bu doğrultuda idealistler, gerçek olanın aklın ürünü olduğunu, maddenin ise ancak bu yolla var olabileceğini savunurlar. Thomas More’un, ideal bir toplumu tasvir ettiği “Ütopya” adlı kitabı bu konuda verilebilecek en doğru örneklerdendir.
Bazı teorisyenler ütopik bir siyasi düşüncenin, geçmişte var olan totaliter şiddeti haklı gösterdiğini savunarak tehdit olarak da algılayabiliyorlar. Ütopik düşünce en basit hâliyle; daha iyi bir toplumu amaçlayan sürecin parçasıdır.
Siyasi Realizm
Siyasi realizmi savunanlar; siyaseti, iktidar temelinde somut bir öge ile ilişkilendirirler. ‘Realist’ olarak da tanımlanabilen bu düşünürler için iktidar, çatışma, savaş kavramları önem arz eder. Belirli bir otorite ekseninde yönetilen halkın herhangi bir durumda (doğa ya da savaş kaynaklı) neler yaşayacağı ile de yakından ilgilenirler.
Bu kavram ile ilişkili olarak daha çok fikir sahibi olmak için Thomas Hobbes ve Machiaevelli’nin kitaplarını okumak uygun olacaktır. Machiavelli, insanların güvenilmeyecek canlılar olduğu fikrini savunur. Buna sebep olan etken ise; bireylerin, yöneticinin iktidarını ele geçirmek için her yolu denemeleri ve bu durumda da boşta kalanların birbirlerini arkadan vurabilmeleridir. Hobbes’a göre ise kanunsuz bir devlet, herkesin birbiriyle savaş hâlinde olmasına neden olur. Bu nedenle bir ‘toplum sözleşmesi’ şarttır. Bunlardan da etkilenerek aynı isimle J.J.Rousseau, bir kitap da yazmıştır.
Bilge Danışman
Bu kavramın temeli; iktidardan ziyade hatırı sayılır bir bilge kişiliğe dayanır. Onların söylediği şeyler, bir nevi kanun sayılır. Toplumda sözü geçen bu kişilere örnek olarak Çinli filozof Konfüçyüs’ü verebiliriz.
İdeolojinin Yükselişi
Kökeni Karl Marx ve Georg Hegel‘e dayanan ideoloji kavramını, davranışlara yön veren düşünce biçimi olarak nitelendirebiliriz. Marx, tarihsel değişimle birlikte fikirlerin; işçiler veya kapitalistler gibi sosyal sınıfların çıkarlarıyla ilgili olduğunu savunur. Bu neticede de sözü edilen sınıfsal çıkarlar; komünizm, sosyalizm, faşizm gibi birçok -izm’leri doğurmuştur. Marx’ın ideolojisine göre de en iyi toplum, işçi sınıfının devrimsel zaferi ile mümkün olabilirdi.
“Filozoflar sadece dünyayı yorumlamışlardır… mesele onu değiştirmektir.” | Karl Marx
Gelin şimdi Antik Çağ’a ve Konfüçyüs’ün yaşadığı yıllara gidelim:
Konfüçyüs MÖ 551 ve 479 yılları arasında yaşamış ve bu süreçte savunduğu fikirlerin bir nevi gerçek değeri, o hayattayken anlam bulamamıştır. Taa ki ne zaman dünyevi zaman dilimini doldurmuş, o zaman Çin Halkı tarafından kabul görmeye ve yüceltilmeye başlamıştır.

Gerçek adı Kong Qiu olan Konfüçyüs’ün, hayatı hakkında detaylı bilgiye sahip olamasak da şunu biliyoruz: gençliğinde bir hizmetçi olarak çalışmış ve arta kalan zamanlarında da devlet memurluğu için okumuş. Bir müddet sonra, devletin nasıl yönetilebileceği ile ilgili fikirlerini savunabildiği bir sarayda yönetici olarak görev alırken fikirlerinin göz ardı edildiğini anladığında da istifa etmiş. Bu süreç sonrasında hayatının geri kalanını, insanlara felsefesini ve devlet teorilerini öğretmek için seyahat ederek geçirmiş.
Geleneksel değerlere bağlı olan Konfüçyüs’ün gerçek anlamda muhafazakâr olduğunu söyleyebiliriz fakat bu onun dindar olduğu anlamını taşımaz. Çoğu zaman bu iki kavram birbiriyle ilişkilendirilse de muhafazakârlığı din boyutu ile sınıflandırmak yanlış olur. Kelime anlamı ile geleneklere bağlı ve tutucu bir düşünce biçimi olan muhafazakârlık, Konfüçyüs’ün Paternalist bir yaklaşım izlemesine de neden olmuştur.
Paternalist: Kararların rehber kabul edilen kişi veya kişilerce alınmasını öngören yönetim sistemi.
Bu bağlamda bakıldığında, “Gelenekleri ve aynı fikirleri uygulamaya yönelik bir amaç içindeyse topluma yeni ne gibi bir etkisi olmuş olabilir?” diye düşünebilirsiniz. Konfüçyüs’ü diğerlerinden ayıran en belirgin özelliği iyi, erdemli, ahlaklı insanlara verdiği değerdi. Öyle ki, geleneklerin sunmuş olduğu babadan oğula yönetim şekline karşı olmasa dahi başta duranın, (kralın) onun tasvir ettiği iyi insan kavramına uymadığı taktirde, görevden alınabileceğini de savunuyordu.
Konfüçyüs için yönetimde temel olarak gerekli şey, liderin iyi insan olmasıydı. Bu demek değildi ki iyi olmayan insanlara karşı peşin hükümleri vardı. Ona göre insan doğası gereği mükemmel olmazdı, bunun bilincindeydi fakat kalpten bir iyilikle de değiştirilebilirdi. Günümüzde de Çin felsefî terimi olarak kullanılan Junzi kavramı tam da bu tanıma karşılık gelen, Konfüçyüs’ün olmasını istediği lider profiliydi. Junzi (iyi, erdemli, ahlaklı) olan lider, halkına da iyi örnek olurdu ki bu da Konfüçyüs’ün üzerine değindiği önemli noktalardandı.
Bu durumu daha iyi ifade etmek için bir hiyerarşi üçgeni tasarladım, inceleyin ve üzerine konuşalım:

Konfüçyüs, muhafazakâr bir tutum sergilediğinden en üst kademede hükümdarın, en alt tabakada da halkın yer aldığını fikrini eleştirmiyordu. Bu sistemin sağlıklı ilerlemesi için liderin ve görevlilerin (bakan ve danışmanların) mutlak suretle birer junzi olmaları gerektiğini, ancak böyle olursa halk ile doğru iletişime geçilebileceğini savunuyordu. Görevlilerin de en az hükümdar kadar sorumluluğu olmalıydı. Halka, onların her zaman değerli olduğunu hissettirirken hükümdarın tahtının da erdemli insan kavramına uymadığı taktirde sallanacağını hatırlatmaları gerekmekteydi. Özellikle hükümdar bu kurallara uyarsa halka da örnek olabilirdi. Bu da Konfüçyüs için, huzurlu bir toplum ile eş değerdi.
Bu sistemi yıllar önce ise şöyle özetlemişti:
“Devlet yönetimi, uygun adamlar bulunmasına bağlıdır.”
Miras yolu ile yönetime geçmekten ziyade bu seçimin daha çok yeteneklere ve ahlaka göre yapılması gerektiğini savunuyordu. Bu da Konfüçyüs’ü Konfüçyüs yapan yegane özelliklerinden biriydi. Çoğu imparatorluk, kralının dokunulmazlığı olduğunu savunurken Konfüçyüs, o kralın (hangi soydan gelirse gelsin) zorba bir tavra büründüğü taktirde öldürülmesini de destekliyordu. Hatta ona göre bu, bir hükümdarın değil, tiranın ölümü olacaktı.
Tiran: Siyasal erki zorla ele geçiren ve onu kötüye kullanan kimse.
Yönetimin din ile birlikte yürütüldüğü bir sisteme de kesinkes karşı çıkan Konfüçyüs, daha hümanist bir yaklaşım savunuyordu. Burada yine junzi kavramının altını çizebiliriz. Ona göre bir sistem, şu söylediklerine uyduğu taktirde sağlıklı olacaktı:
“Saygı görürsen saygı gösterirsin. Kendin için istemediğini başkalarına da yapma.”
Fakat neredeyse aynı dönemde doğan Sun Tzu gibi askeri düşünürler, Konfüçyüs’ün ahlak felsefesine ayıracak zamanları olmadığını savunmuşlardır. Bunun aksine devlet otoritesini sağlamak için acımasız bir yaklaşım izlemeleri gerektiğine inanıp o doğrultuda hareket etmişlerdir. Buna rağmen Konfüçyüs’ün ilkeleri, ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca Çin toplumuna dönem dönem kabul ettirilmiştir.
Bugün Konfüçyüs düşüncesindeki toplumsal ilişkiler, saygı, ahlak gibi ilkeler Çin yaşamında etkisini sürdürmeye hâlâ devam ediyor. Tüm bu anlatılanlardan bir sonuca varmak gerekirse şu kanıya varabiliriz:
“Amacın iyi ise insanlar da iyi olacaktır.”
Kaynakça
Dacombe, R. & Farndon, J. & Hodson, A.S. & Johnson, J. & Kishtainy, N. & Meadway, J. & Pusca, A. & Weeks, M. (2013). Siyaset kitabı. İstanbul: Alfa.