Avant-garde dönemin önemli isimlerinden biri olan Antonin Artaud, Fransız bir şair, oyun yazarı, oyuncu ve tiyatro yönetmenidir. Artaud’un söylemleriyle ve yaptıklarıyla, edebiyata ve tiyatroya çok farklı bir açıdan baktığını görürüz. Yazdığı yazılar üzerine “Bu yaptığım edebiyat değildir” ve edebiyat için “Tüm metinler domuzluktur” demiştir. Artaud’un oldukça ilginç gelecek düşünce yapısına geçmeden önce kısaca yaşamından bahsetmek isteriz.
Artaud’un ailesi İzmir’den göç etmiş Yunanlardandır fakat kendisi Fransa’nın Marsilya kentinde doğmuştur. Artaud, beş yaşında menenjit hastalığı geçirmiştir ve bu hastalık hayatı boyunca onu etkileyen bir akıl hastalığına sebep olmuştur. Hayatının belirli dönemlerinde sanatoryuma yatırılmış ve bu dönemlerden birinde Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire ve Edgar Allan Poe gibi isimlerin eserlerini okumuştur. Artaud’un Picasso ile mektuplaşmalarının bulunduğu da söylenir. Hatta, Picasso, Artaud’un sanatoryum masraflarını karşılamak için tablolarından birini de satmıştır.
Artaud’a tedavisinin iyi yönde ilerlemesi ve acı verici sinir krizlerini atlatması için verilen ilaçlar bir süre sonra onu afyon bağımlısı yapar. Hayatı boyunca hem fiziksel hem de zihinsel anlamda çok acı çeken Artaud, eserlerinde o acıyı bütün çıplaklığıyla ve bazen de rahatsız edici ifadelerle dile getirir. Artaud yaşamının son on yılını sanatoryumda geçirmiş ve orada vefat etmiştir. Ölümcüllüğünün farkında olup olmadığı bilinmemekle birlikte, ölümcül dozda kloral hidrat ilacından öldüğünden şüphelenilmiştir.
Artaud’un yaşadığı döneme baktığımızda ilkelliğe dönüş, uygarlık ve rasyonalizm karşıtlığı gibi düşüncelerin hakim olduğu bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Artaud, bu dönemde batılı insan aklının, kavramları, nesneleri, simgeleri çoğaltma gibi bir çaba içinde olduğunu ve bu çabayla birlikte hızla değişen her şeyin anlamını yitirmeye başladığını ifade eder. Bu anlam kaybını Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon kitabında, Artaud’a atıfta bulunarak şu şekilde dile getirmiştir:” “Vahşet tiyatrosu”, en azından yaşama dramatik bir biçim kazandırmaya çalışmıştı. Tek bir damla bile kan dökmeden, tüm önemli düşüncelerin yok edilmesini sağlayan bir sistemde, insanı sürükleyip götürecek ideal bir şiddet, yaşam biçimi ve vücuda sahip olma çabasıydı.”
Batılı tiyatronun söze mahkum, psikolojizm odaklı ve olayların salt karakterler çevresinde üretildiğini ifade eden Artaud, tiyatronun bu durum içinde yitip gideceğini ve bu durumdan da Shakespeare’in sorumlu olduğunu söyler. Metin merkezli tiyatroda “Sözün, düşünceyi tek bir anlama indirgediğini” savunur ve “Doğu (Bali tiyatrosundan etkilenmesi ile) insanının yaptığı gibi Batılılar da tiyatroyu dilsel değil, fiziksel tasavvurla düşünmeli” şeklinde dile getirir ve fiziksel dilin, anlamı açığa çıkardığını vurgular.
“Vahşet Tiyatrosu” anlayışına değinecek olursak, isminden anlaşılacağı üzere katışıksız bir dehşet ve kan dökmeden bahsetmez. Öncelikle vahşet kelimesini “etkinlik gösteren her şey” olarak tanımlar ve vahşet kavramını seçerken de canlı, edimli bir kavram olarak nitelediği için seçtiğini söylüyor, “buna yaşam da diyebilirdim’’ ifadesini kullanarak yaşam ve vahşet arasında bir bağdaşım kuruyor. “Yaşama iştahının özünde, bir tür ilk kötülük anı vardır.” diyerek de doğum anının sarsıcı ve acı verici haline vurgu yapıyor olabilir.
Anlayışın temelinde insanı tüm çıplaklığıyla, çirkinliğiyle ve doyumsuz istekleriyle saydam bir şekilde ortaya koyan bir tiyatrodan bahseder. İzleyicinin pasif kaldığı bir tiyatrodan ziyade izlerken akışın içinde olması ve kendisiyle acı verici, ruhu kanatan bir iç hesaplaşmaya götürmesini amaçlar. Öz benlikle yüzleşmek, bilinçaltında ötelenmiş ilkel düşünceleri açığa çıkarmak ve insanı bu anlamda biraz özgür kılmak düşüncesi vardır ki bu bir tedavi olarak da görülür. Bedensel ifadenin ağırlıkta olduğu bir anlatımda seyircinin saklı kalmış düşüncelerini, kendi düşün yordamıyla bağlantı kurmasını sağlayarak direncini kırmak gerekmektedir.
Artaud, tiyatroda sahneyi ortadan kaldırır, boş alanları ve hangarları kullanır. Seyirciyi de gösteriye dahil etmek ve seyirci ile oyuncu arasında bağlantı kurmak ister. Seyirci etrafı duvarla çevrili bir alanda, salonun ortasında, oyunu her yerden seyredebilecektir. Böylece oyunla etkileşim halinde kalacaktır. Kuklalar, dev maskeler, alışılmadık boyutlarda nesneler, devimsel resimler ortada yer alacak ve her görüntünün, her anlatımın somut yanını vurgulayacaklardır.
Artaud’un, günümüz pandemisi ile benzeşim kurabileceğimiz “Tiyatro ve Veba” anlayışına da değinmek isteriz. “Bir kente veba girdiğinde kentin tüm işleyişi bozulur” diyen Artaud, bütün normlar ve işleyişin ortadan kalktığını, uygarlığın anlamsız hale geldiğini ve insanın içindeki ölüm korkusunun ilkel duyguları uyandırdığını vurgular. “Tıpkı kendi imgeleri peşinde koşan ve sağlıklıyken asla düşünemeyeceği, taşkın edimleri vebaya kapıldıktan sonra kontrolsüzce ve nedensiz olarak dışarı vuran insanlar gibi tiyatro yazarı sırası değilken kişiler yaratıyor ve onları ölgün, sayıklama içindeki durağan bir tiplemeyle sunuyor.” der. Vebayı bir olumlama gibi kullanan Artaud, onun düzenden uyandırıcı etkisini ve bununla gelen deliliği, ilkelliği ifade ederken Batı tiyatrosunun bundan yoksun olduğunu söylüyor.
Artaud, düşle gerçek arasında gidip gelen bir dilden bahseder, bu dil ise “Tiyatro ve İkizi”nde görülebilir. İnsan bedeninin mistik anlatımlarını, var olmanın yasını, sanrıları, sahnenin fiziksel dili olarak adlandırdığı bir çerçevede sunar. Jest, çığlık, soluk, ışık, ses gibi öğeler bu dili sahne uzamında somutlaştırır. Kimi eleştirmenler tarafından vahşet tiyatrosunun tek gerçek örneği olarak ifade edilen “Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin” de yine aynı çığlıklar, sinirleri geren, beyni tırmalayan tiz sesler, bazı yerlerde sanki vücudun ya da ruhun değişik yerlerinden geliyormuş gibi bir duygu uyandıran sesler kullanılır.
Artaud’un cümleleri okurken insana biraz sert gelebilir. O tüm düzeni ve kuralları reddeden, var olmak yada olamamak arasında bir savaş veren bunu da çarpıcı bir şekilde ifade eden biridir. Bilinçaltımızda yer alan düşüncelerle yüzleşmek, onları karşımıza koyabilmek, bunu kendimize kanıtlayabilmek. Varoluşun özü burada yatar.
“Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı. Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi.”
Kaynak: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/179184