2009 yılında Pandora ilk kez Avatar ile seyirci karşısına çıktığında herkesi büyülemişti. O günden sonra sinema adına hiçbir şey aynı olmadı. Çünkü film yapımcılığının gidişatını büyük ölçüde değiştirmişti. James Cameron, 13 yıl sonra Pandora’nın büyüleyici dünyasına geri dönüyor ve Pandora’nın kutusunu tekrar açıyor. 192 dakikanın her anında izleyiciyi büyüleyen görseller sunuyor. Filmin uzunluğu ilk başta biraz ürkütücü görünebilir, ancak aksiyonun gözler önüne serildiği büyüleyici ayrıntılara sahip bu dünyaya daldığınızda, canınız hiç sıkılmıyor.
Bu 13 yıllık süreçte Cameron, Pandora adlı ayda geçen başka hikayeler için sahip olduğu vizyonu yakalayabilmeleri için görsel efektlerin daha iyi hale gelmesini sabırla bekledi. Sonrasında ise sadece bir Avatar devam filmi değil, dört tane planladığını duyurdu. Avatar’ın bu sonbaharın başlarında çarpıcı yeni bir 4K remaster ile yeniden piyasaya sürülmesi ve Cameron’ın dört devam filminden ilkinin ilk fragmanını paylaşması sayesinde, seri birdenbire en çok konuşulan işlerden biri oldu. Ve şimdi ise, Avatar: The Way of Water sonunda sinemalarda olduğuna göre şu soruyu artık cevaplayabiliriz: Beklemeye değdi mi? Yazımız filme dair spoiler içermektedir.
Pandora’da Neler Oluyor?
The Way of Water, ilk yarısında Hava İnsanları Pandora’dan çekildikten sonra neler olduğunu açıklayan bir anlatıyla filmler arasındaki uzun boşluğu dolduruyor. Jake Sully ve Neytiri , Omaticaya kabilesinin yeni liderleri olarak bir aile kuruyorlar. Biri Sigourney Weaver’ın önceki filmde canlandırdığı Dr. Grace Augustine’in çocuğu olmak üzere, 4 çocuk sahibi oluyorlar. Bir süre her şey istedikleri gitse de, bu büyülü rüya, Hava İnsanları tarafından yarıda kesiliyor. Bu kez madenler için değil, Dünya artık yaşanılacak bir yer olmadığı için geliyorlar ve Pandora’da kolonileşmeyi hedefliyorlar. Hikayenin anlatı ritmi, açılış sahnesinden belirleniyor. The Way of Water, hiçbir şeyi aceleye getirmeyi tercih etmeyen, bir anda durup bir anda tekrar başlayan bir ritmi benimsiyor.
Ana olay örgüsünün devreye girmesi son derece uzun bir zaman alıyor. Filmin geri kalan kısmında ise çoğunlukla ilk filmin farklı yansımalarını görüyoruz. Savaşmak yerine kaçmayı ve ailesini korumayı tercih eden Sully, Metkayina kabilesine sığınıyor. Burada tekrar bir uyum sağlama ve dışlanma hikayesine tanıklık ediyoruz. Jake ve Neytiri yeni çevrelerine uyum sağlamak için oldukça az çaba harcarken, uyum sağlamak için zor işlerin çoğunu çocukları yapıyor. Bu noktada hikaye biraz coming of age filmlerini andırmaya başlıyor: İlk aşk, kabadayılar, farklı olanların birbirini anlaması.
Avatar: The Way of Water, hiç kuşkusuz hem ilk filmde kurulan mitolojiyi hem de Sully ailesinin bu filmdeki yerini ortaya koyan Pandora’ya düşünceli ve görkemli bir dönüş sunuyor. James Cameron, iyi devam filmleri yapmakla biliniyor. The Way of Water, bu çıtanın altında kalıyor. Pandora’nın deniz yaşantısı bariz bir şekilde evrenin görsel dilini genişletiyor. Fakat hikaye basit ve klişe kalıyor. Bir önceki filmin üstüne çok az şey katsa da, izleyiciyi farklı bir dünyaya götürmeye yetecek kadar işleyebilmeyi başarıyor. Bu konuda kırk yıllık bir emektar olan Cameron’ın, nasıl aksiyon filmi çekmesi gerektiğini bildiğini fark ediyoruz. Dövüş sekansları ve Lo’ak’ın tulkunlardan biriyle kurduğu ilişki bir darbe etkisi yaratıyor. İlk Avatar filminin en doygun sekansları, binek hayvanlarında uçan Na’vi’lerin ilgi çekici görünütüsüyken, The Way of Water’ın doygun anları daha ağırdır. Kurşunlar, kıyamet görselleri, batan bir gemiyle Cameron daha tanıdık bir yön izlemeyi tercih ediyor.
Beyaz Perdedeki Cennet
Pandora’nın tanıdık ormanlarında biraz vakit geçirsek de, filmin çoğu deniz kabilesi olan Metkayina topraklarında geçiyor. Canlı su altı ekosistemi ve rüya gibi bir palet, Cameron’ın neden bu filmi çekmek için bunca sene beklediğini gösteriyor. Teknolojinin Cameron’ın vizyonuna henüz yetişebilmiş olduğunu izleyici anlamakta gecikmiyor. Suyun derinlerindeki bitki örtüsü, su altı gökkuşakları, yüzeyde kırılan deniz aurorası, özenle tasarlanmış deniz yaşamı, sizi bir filmi izlediğinize değil onu yaşadığınıza ikna etmeye yetiyor. Su altındaki aksiyon hiçbir zaman o kadar ilginç olmasa da tüm bu sekanslar hayat ve görsel canlılıkla doludur. Bu dünyada tıpkı bir Avatar gibi soluyabiliyorsunuz. 192 dakikalık film süresince hiçbir anı kaçırmak istemiyorsunuz. Cameron’ın çevre çekimlerine olan ilgisi, filmin bel kemiği haline geliyor. Pandora’yı yaratmak için kullanılan CG, Na’vi’nin gerçek canlılar gibi görünmesini sağlıyor. Bu ilk filme kıyasla ileri doğru atılan bir adım oluyor. Derilerinin dokusu, yüzleri ve ifadeleri bile daha iyiye doğru büyük bir sıçrayış yapıyor.
2009’a kıyasla daha çok ayrıntı eklediği The Way of Water, daha sürükleyici bir dünya sunuyor. Eşsiz bir dünya inşası ile karşımıza çıkıyor. Bu noktada yönetmenin yaptığı en önemli seçimlerden biri, filmi 48 fps ile çekmeyi tercih etmesidir. Neredeyse tüm film tarihi boyunca, filmler saniyede 24 karelik sinema standardında çekilmiştir. Bu, ekranda her saniye 24 hareketsiz görüntünün bulunduğu ve hareket yanılsaması yaratıldığı anlamına gelir. Peter Jackson, Hobbit filmleriyle daha yüksek fps ile film çekmeyi denemişti. Ancak istediği başarıya ulaşamamıştı. The Way of Water’da yapılan bu hareket derecelendirme ayarı, filmin saniyede 48 kare olarak gösterilmesini sağlıyor. Bu da daha büyük, daha parlak ve daha net görüntüler anlamına geliyor. Yani böylelikle The Way of Water, yüksek kare hızında gösterime giren ancak sinematik görünümünü koruyacak şekilde ayarlanan ilk büyük film oluyor.
“Su her şeyi birbirine bağlar; hayatı ölüme, karanlığı ışığa..”
Bağ Kurulamayan Karakterler
Filme dair en büyük problemlerden biri karekterlerin seyirciyle bağ kuramayışı oluyor. İlk filmdeki karakterler de dahil olmak üzere hiçbir karakterin belli bir motivasyonu olmadığını görüyoruz. Artık alışmış olduğumuz belli karakter arketiplerinin çok yoğun bir şekilde kullanılması, Na’vi halkının iyiliğinin de, Hava İnsanlarının kötülüğünün de kolektif olarak daha önemli olduğuna dair bir mesaj veriyormuş gibi görünüyor.
En başta gelen problemlerden biri, Neytiri ve Sully’nin ilk filmdeki kimyasının yok olması. Neytiri, ağlama, hırıltı ve tıslama dışında çok az diyalog kurması ve Jake’in hemen hemen tüm seçimlerine katılmaması nedeniyle çoğunlukla vahşi anne konumuna düşürülüyor. Bu arada, çocukların karakter yazımları bir Na’vi’den çok insan niteliklerine sahip. Sahip oldukları tek Na’vi özelliği, köşeye sıkıştırıldıklarında dişlerini sıkma eğilimleridir. Yine de bu durum, Avatar 2’nin, Hollywood’un anlatmayı çok sevdiği yerli halkı kurtaran beyaz kurtarıcı hikayesini kırdığı yer oluyor. Sully’nin üstüne konuşabileceğimiz bir karakter yazımı yok. Çocuklarına askeriyedeymiş gibi davranıyor ve Neytiri’yi film boyunca dinlemiyor. Bu noktada en büyük problem, Kiri dışında hiçbir çocuğa en iyi ihtimalle sembolik bir özellikten daha fazlasının verilmemesidir. Jake ve Neytiri’nin büyük oğlu Neteyam, sorumluluk sahibi olması gereken bir karakter görevi görüyor. Küçük oğulları Lo’ak ise başı hep belada olan asi 2. çocuktur. Küçük kızları Tuk ise sadece sevimlidir ve tehlike neredeyse orada yalnızca “bulunan” bir karakter olmaktan öteye geçemiyor. Metkayina çocuklarıyla olan etkileşimleri ise bir okul bahçesinde birbirlerine “bro” şeklinde hitap eden Amerikan çocuklarını andırıyor.
Tonowari ilginç bir karakter olabilecekken sadece kabile şefi olarak bildiğimiz bir yan karakter olarak kalıyor. Kate Winslet’ın hayat verdiği Ronal karakteri ise yalnızca hamileyken savaşa gitmesiyle izleyicinin aklında yer ediniyor. İlk filmin tek boyutlu kötü adamı Quaritch ise bu filmde de karikatür bir kötü karakter olmaya devam ediyor. Quaritch’in bu filmde karikatür karakterini gölgelendirmek için Spider adlı oğlunu kullanmaya çalışsalar da bu pek işe yaramıyor. Bu karakter bizi 2009’a geri döndürüyor. Kendisine verilen tek motivasyon intikam oluyor. Kişisel kan davası, hayatın doğası ve askeri duruşu adına uzun monologlara sahip değil. Yalnızca Sully ile karşılaştığında kendisini sahne ışığının altında görebiliyoruz.
Yani buradaki hiç kimse, Jake ve Neytiri bile, pek bir karakter gelişimine sahip değil. Aileyi koru sloganlarının ötesine geçemeyen, aileyle ilgili onları sarsacak deneyimlere bile olabildiğince az tepki veren iki karaktere dönüşüyorlar. Tüm bunlar, The Way of Water’ı, şimdiye kadar ekrana getirilen en şaşırtıcı görsel efekt çalışmasının içine serpilmiş bir karmaşa haline getiriyor.
Diğer Filmlere Bir Hazırlık
James Cameron’ın vizyonunda insanın tekrar tekrar nefessiz kalmasını sağlayacak çok fazla unsur var. Fakat bu unsurların her biri yeşermek için zaman talep ediyor. Filmin 3 saatlik süresinde bunu bulamayışları ise oldukça ilginç bir duruma sebebiyet veriyor. Yarattığı olağanüstü dünyaya eşlik edecek iyi bir hikaye ile ekranlara dönmeyi tercih etmiyor ve güvenli bir seçim yapıyor. İlk filmden sonra bu film, daha çok diğer 2 filmin hazırlığı gibi görünüyor. Neteyam’ın ölümünün bırakacağı etkiler, Kiri’nin Eywa ile ilişkili fakat henüz anlamlandıramadığımız gücü, Na’vi’lerin Hava İnsanlarını görmezden gelme seçimleri gibi pek çok şey bir diğer filmde anlatılmak için ertelenmişe benziyor. Bunun ne kadar doğru bir tercih olduğu ise büyük bir soru işareti olarak kalıyor.
Avatar: The Way of Water’ın çekilebilmesi için yönetmen James Cameron ve ekibinin vizyonunu ekrana taşıyabilecek yeni kameralar, mo-cap teknolojisi ve algoritmalara ihtiyaçları vardı. Cameron, bu filmin kar elde edebilmesi için, tarihin en çok hasılat yapan üçüncü veya dördüncü filmi olması gerektiğini söylüyor. Eğer kafalarındaki rakama ulaşamazlarsa 3. veya 4. Filmin gelmeyeceğini söylüyor. Durum bu olsa ve Avatar serüveni The Way of Water ile noktalansa bile, sırf görselliği için bile sinemada izlenmeye değer bir film oluyor.