Hakan Günday, 24 yaşında kaleme aldığı “Kinyas ve Kayra” kitabı ile adını duyuran günümüz yazarlarımızdan biridir. Ulusal ve uluslararası birçok ödüle layık görülmüş, kariyerindeki basamakları hızlı bir şekilde tırmanmıştır.
Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki Derdâ ile mezarlıkta yolunun kesiştiği yaşıtı “mezarlık çocuğu”nun hikayesini anlatan “Az” kitabından 21 alıntı ile sizlerleyiz. Keyifli okumalar!
- Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. (s. 7)
- Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. (s. 8)
- “Allahım, inşallah rüyamda ölürüm.”
“Uykumda” diye düzeltecekti ki, içinde yattığı tekne sessizce uykuya battı. On bir yaşındaydı. Hem on hem bir. (s. 9) - Konuşmadı, sadece başını salladı. Yattığı yerde doğrulurken ayakları da yere bastı. Koyduğu anda çekti topuklarını. Başını kaldırıp, tepesinde dikilen Nazenin’e baktı ve beklediği emri aldı.
“Temizle orayı da!”
Tabanlarında ölen kızın kanı vardı. (s. 11) - Çünkü tek duası şuydu: “Allah canımı alsa da kurtulsam!” Beklediği mucize gerçekleşecek ve Allah onu duyacaktı elbette ama kadın, her şeyin derhal olmasını isteyenlerdendi. Bu yüzden Derdâ’yı satmak için de memelerinin şişmesini beklemeyecekti. Sabrı kalmamıştı. (s. 16)
- Birkaç kalp atışı boyunca Derdâ Nazenin’i, Nazenin de Derdâ gibi giden bütün kızları gördü. Hiçbiri dönmemişti. Hiçbirinin, dönmeyeceğinden haberi yoktu. Günü geldiğinde kendisi de gidecekti. Amcasının peşinde çekip gidecek ve okula bir daha dönmeyecekti. Çekip gitmek. Çekilip gitmek. Çekildi Nazenin. Ve Derdâ yürüdü. (s. 19)
- Küçük kız, oturduğu yerde uyudu. Uyudukça da küçüldü. Küçüldükçe de kâbus gördü. Uyanana kadar, Yatırcalı kızın ölü bedenine sarılıp ağladı. Uyanınca da hiçbir şey hatırlamadı. (s. 20)
- “Ben esas, kızı evlendireceğim. Yok mu şöyle bildiğin biri? Onun için getirdim buraya.”
Kahkaha attı Mübarek. Bir suaygırı gibi. Sonra da ağzını toplayıp konuştu.
“Demek öyle? Gittin kızı okula verdin, şimdi de kocaya vereceksin. Kim alır okullu kızı? Mundar oldu yavru.” (s. 22) - Bütün hayatı boyunca yapacağı gibi, yine izlemekle yetinmek zorundaydı. İzlemekten delirene kadar izleyecek, delirmekten ölene kadar da delirecekti. Köyün bütün kızları gibi, Fehime de bir çift gözden ibaretti. Doğunca açılan, ölünce kapanan bir çift göz. Ne ağzı bir işe yarayacaktı, ne de ses telleri. (s. 28)
- Kaçmıştı Derdâ. Dört defa. Yakalanmıştı sonra. Kimsenin uğraşacak hali yoktu. Zincire vurmak en doğrusuydu. Evlendirileceğini de öğrenmişti. Fehime yine kıskanmıştı. Hele bir de Derdâ’nın evlenip gideceği yeri duyunca daha derinden dişlemişti alt dudağını. Yerin nerede olduğunu bildiğinden değil. Başka bir yer olduğunu bildiğinden… (s. 30)
- Kanı akmıştı artık. Küçük kızın dökecek bir şeyi kalmamıştı. Tek bir damla bile gelmedi gözünden, annesine son kez bakarken. (s. 33)
- Kuşatılmıştı. İnsanlarla. Yanından geçip giden insanlarla. Önlerine çıktığı için hızlı adımlarla etrafından geçtikleri, siyahlar içindeki kızı görmeyen ve acelesi olan insanlarla. Nasıl anlayamıyorlar, diye düşündü Derdâ. Yanlarından geçiyorum. Buradayım, aralarında. Ama hiçbirinin umurunda değilim. Görmüyorlar bile beni. Hepsi de kör olmuş. Ya da bu çarşaf, görünmezlik kumaşından… (s. 41)
- Bin “Sikeyim!” bitti ve Derdâ başını kaldırıp üzerindeki düğmelere baktı. Dikkatini lamba çekti. Daire biçimindeki lambanın içindeki bir leke. Daha dikkatli baktı. Leke, bir sinekti. Hâlâ hayatta ve her nasılsa fanusun içine girip sıkışmış olan bir sinek. Daracık akvaryumunun duvarlarına çarpa çarpa uçmaya çalışan bir sinek. Derdâ acımadı. Hem de hiç. Yaktı lambayı. (s. 42)
- O gece Londra tarihinin en uzun gecesi oldu, çünkü güneş bile doğmaya utandı. Bu yüzden, Londra’ya gelen en geç sabah, o sabahtı. (s. 45)
- Çürümüştü Derdâ. Bir gecede. Çürüyüp kurumuştu. Bu yüzden ağlayamıyordu. (s. 46)
- Gözlerine ıslak bir gözlük gibi yerleşmişti. Sonunda Derdâ ağlıyormuş gibi göründü. Ağlamasa da…
Su temizledikçe kan lekelerini, kanın kaynağı belli oluyordu. İnce bacaklarının arasından sıçramıştı her yerine. Bir şeyler parçalanmıştı o bacakların arasında. Bir şeyler yırtılmıştı. Bir şeyler ölmüştü. (s. 47) - Derdâ’ya zarar vermek için sıraya girmiş bir dünya insan vardı. Onlardan biri olmayacaktı. Bu yüzden sessiz çığlığının kaynağını zevkte bulmuştu. Alabileceği tek intikam buydu. Acı dolu bir dünyada kendine zevk vermek. Kurban olmayı reddettiğini ilan etmenin tek yoluydu. En azından kendine… (s. 49)
- Ya biri görürse, diye endişelenen, sonra da keşke biri görse, diye düşünen. O gece Derdâ, beyaz bir bayrak gibi salladı kendini camın önünde. O gece Derdâ, bir çığlık kadar çıplaktı karanlığın içinde. Ama kimse duymadı o çığlığı. (s. 53)
- Beni alıp götür, desem. Kaçır, diye yalvarsam… Ama nasıl, diye sordu kendine. Hangi dilde? Düşündü… Birden, aklına resim yapmak geldi. Evet, çizecekti! Her şeyi. Beş yıl önce apartmana girişini. Bezir’in işkencesini. Ve bir daha dönmemek üzere apartmandan çıkışlarını. Birlikte. Hatta el ele. Bir de kalp çizerdi. Kocaman. (s. 55)
- Kadın köprüden atlamış ve yata denk gelmişti. Ama istediği olmuş ve ölmüştü. Masayı kırıp içinden geçmiş, kan içinde yatıyordu. Elinde bir şey vardı. Küçük bir radyo. Hâlâ çalışıyordu. İnsan etinden daha sağlamdı. Dipten dipten, “If It Be Your Will” çalıyordu. Rahime’nin üzerinde çarşaf yoktu. En azından hayatının son günü örtünmemişti. Belki de saklayacak bir şeyi kalmamıştı… (s. 69)
- Dolayısıyla insanın, hayatla olan, çoğu acıya, azı zevke dayalı ilişkisini kabullenip oyunu kuralına göre oynaması kesinlikle bir hastalık değildi. Bazı psikologların, sado-mazo gecelere sahip müşterilerine dedikleri gibi. Bu sadece neyin ne olduğunu anlamaktı. Çocukken yaşanan taciz ya da tecavüzlerin travmatik sonuçlarından ibaret değildi bütün bunlar. Travmatik olan hayattı. Hepsi. Bütün hayat. Her şey. Özellikle de, travmatik gibi durmayan ne varsa. Doğmak gibi. Dolayısıyla, doğum sonrası depresyon, yeni annelerin yakalandığı psikolojik bir hastalığın değil, hayatın tanımıydı. Hayatta kalma isteğinin. Hayata rağmen. (s. 79)