Vejetaryenlik; et ürünlerinin tüketilmediği, süt ve süt ürünleri gibi hayvansal gıdaların ise isteğe bağlı tüketildiği bir beslenme şekli olarak günümüzde çok sayıda birey tarafından benimsenmekte ve günden güne yaygınlaşmaktadır. Etik sebeplerle vejetaryen beslenenler olsa da dini faktörler, sağlık ve çevresel faktörler de bu beslenme stilinin seçilmesinde etken olmaktadır. Bu fikir, ismine 1842 yılında, kökeni Latince’de sağlıklı, canlı ve yaşam dolu anlamına gelen vegetus kelimesiyle kavuşmuştur.
Vejetaryenliğin Tarihçesi
Vejetaryenlik, Budizm ve Hinduizm gibi bazı dinlerin başlangıçlarından itibaren benimsedikleri bir yaşam tarzı olmuştur. Vejetaryen beslenmenin bilinen en eski savunucularının, Orfizmin takipçileriyle birlikte M.Ö. 6. yüzyıla dayandığı bilinmektedir. Bu dini grupta, hayvanları kurban etmek ve onların etlerini yemek yasaktı. Günümüzde vegan beslenme olarak adlandırılan, hayvansal gıdaların tüketimine karşı da benzer görüşlere sahiplerdi.
Aynı dönemde Pisagor, reenkarnasyona dayalı ahlaki bir yaklaşımla et tüketiminden sakınılması gerektiğini düşünüyordu. Kesilen/tüketilen hayvan, bir insan ruhunu taşıyor olabileceğinden dünyadaki bütün canlılara eşit derecede ahlaki değer verilmeliydi. Aksi takdirde kişinin duygusal derinliği ve saflığı zarar görecekti. Pisagor beslenmesi, 19. yüzyıl Avrupa’sına kadar gelmeyi başarsa da döneminde yeterince ilgi görmemiştir.
Sonrasında Romalı yazar Plutarkos, “On The Eating Of Animal Flesh” adlı eserinde insanların araç-gereç kullanmadan hayvanları kesemedikleri için etobur olmadıklarını ve et tüketiminin insanlara ruhsal ve ahlaki açıdan zarar verdiğini kaleme aldı. Hayvan kesmenin insanları hissizleştirdiğine inanan Plutarkos’un Pisagor’dan farkı, hayvanlara reenkarnasyon açısından değil, insanlarla sahip olduğu ortak niteliklere bağlı olarak hak ettikleri etik değer açısından bakmasıydı.
Porfiryus da Pisagor ve Plutarkos gibi, et yemenin kişiyi agresif ve saldırgan birine dönüştüreceğini düşünenlerdendi. Ona göre et tüketmek zorunlu bir ihtiyaç olmadığından, bu uğurda hayvanları kesiyor olmak da adil değildi. Porfiryus’un ölümünden sonra, insanın doğa karşısında üstün olduğunu savunan Hristiyan öğretileri, etkilendiği Pisagor geleneğinin önüne geçmiştir.

Bu dönemin ardından Rönesans Dönemi’nde Leonardo Da Vinci ile dikkat çeken bu görüş, Aydınlanma Çağı düşünürleri tarafından da desteklenmeye devam ettmiştir. Hümanizm‘in yükselişi ve Hristiyanlık inanışın sorgulanmasıyla, o dönemde vejetaryenliği destekleyen kişi sayısı da artmaya başlamıştır. Voltaire, Wesley, Montaigne gibi isimlerin görüşlerine zıt olarak Descartes, hayvanların bir makineden farksız olduğunu ve onlara karşı vicdani hisler beslemememiz gerektiğini düşünüyordu. Çıkardıkları sesler canları yandığı için değil, bozuk bir makine misali düzgün çalışamadıkları içindi. Kant‘ın da yakın olduğu bu görüş, Jeremy Bentham tarafından şu sözlerle eleştirilmiştir:
“Belki bir gün hayvanlar dünyasının geri kalanı da kendilerinden ancak zorbalık yoluyla esirgenen haklara sahip olacaktır. Fransızlar bir insanın sırf derisi siyah diye kayıtsız şartsız bir zalimin keyfine terk edilemeyeceğini anladılar. Belki bir gün, bacak sayısının, derideki tüy miktarının ya da sağrı kemiğinin nerede bittiğinin de duyguları olan bir varlığı aynı akıbete terk etmek için eşit derecede yetersiz sebepler olduğu anlaşılır. Bu aşılamaz sınırı çizecek başka ne olabilir? Akıl yürütme yetisi mi? Ya da belki konuşma yetisi mi? Ama yetişkin bir at ya da köpek gerek akıl gerekse iletişim kurma açısından, bir günlük, bir haftalık hatta bir aylık bebekten kat kat üstündür; ama öyle olmasa bile bu neyi gösterirdi ki? Sormamız gereken soru “akıl yürütebiliyorlar mı?” ya da “konuşabiliyorlar mı?” değil, “acı çekebiliyorlar mı?” olmalıdır.”
Vejetaryenlere göre eşitlik, fiziksel, zihinsel ve ruhsal gelişmişlikten bağımsız olarak değerlendirilmeli ve gerçekten geçerli bir neden olmadığı sürece hayvanlara acı çektirilmemelidir. Hayvanların insanlarla tamamen eşit olmadığı bilinmekle, akli ve duygusal kapasite kıstas değildir; önemli olan acı çekip çekmedikleridir ve insanlar tarafından eşya gibi kullanılmamalıdırlar.
Aydınlanma Çağı’nın ardından artan sanayileşme ve şehirleşmenin yanı sıra ideolojik olarak yükselişte olan hümanizm, vejetaryenliğin günümüze kadar taşınmasına olanak sağlamıştır. Çeşitli ülkelerde vejetaryen dernekler kurulmuş ve vejetaryenlik; Sylvester Graham, Doktor John Harvey Kellogg (Cornflakes’in sahibidir), Doktor Maximilian Bircher-Benner (müsliyi bulmuştur) gibi önemli isimler tarafından desteklenmiştir.
Vejetaryenlik-Feminizm İlişkisi
”Son mezbaha kapanıncaya ve son köle özgür kalıncaya dek bu mücadele sürecek!”
Feminizmin sadece kadın hakları için mücadele ediyor gibi algılansa da; kendi içinde ayrıldığı dallar arasında yer alan Eko-feminizm, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından artan doğal kaynakların kullanımı, atık problemleri vb. problemleri, insan ve doğa arasında bir dominansi ilişkisine bağlamıştır. Bu tahakkümü, erkeğin kadına uyguladığı tahakkümle bağdaştıran Eko-feministler, işçi ve kadın özgürlüğüyle, hayvan özgürlüğünü bir arada değerlenirerek, iki türlü sömürüye birlikte karşı çıkmaktadırlar. Bu fikirdeki en popüler eser de Carol J. Adams tarafından yazılan Etin Cinsel Politikası‘dır.

Bu eser, genel hatlarıyla, hayvan ve kadın bedenlerini “80D beden hindi göğsü”, “tavuk kalça” veya ”kadınbudu” ifadeleriyle benzeştirmenin etin cinsel politikası olduğunu iddia etmektedir. Bu politikanın bir diğer ifadesi de, ataerkil toplumlarda et yemenin erkek bireylerle, erkeklikle ve yiğitlikle bağdaştırılmasıdır. Bu sebeple erkekler ağırlıklı olarak etle beslenmeleri gerektiklerini düşünürken; kadınlar üzerinde böyle bir baskı yoktur. Eti güçle bağdaştıran sistem bu noktada kadınlara sebze, meyve ve tahıl ağırlıklı besinler tüketmeyi uygun görüyordur. İktidar sahiplerinin et yediği, işçi sınıfının ise karbonhidrat ağırlıklı beslendiği sınıfsal ayrım ile, ataerkil ayrımın ortak noktalarına vurgu yapılmıştır: İki tarafın da birinci ve ikinci sınıf türden gördüğü bireyler vardır.
Adams, kitabında kayıp gönderge kavramına dikkat çekmektedir. Hayvanların kesilerek ete dönüştürülmeleri, kesilmeden önceki canlılıklarını unutturarak kayıplaştırma sürecidir. Kültür ve dil aracılığıyla, hayvanlar ve hayvansal gıdalar birer ceset ve sömürü ürünü olmaktan çıkıp gastronomik isimler almaktadır. Ancak atlanmaması gerekilen bir nokta da vardır ki; dil ve kültür haricinde sanayileşme ve tüketim odaklı olma gibi durumlar da bu durumu beslemektedir.
Tüm bu benzerliklere rağmen, ataerki eleştirisinin sınırlarında kalmanın dezavantajıyla, ”hayvan gibi muamele görmek” ağırlıklı olarak metafor olarak kalmıştır. Hayvanların kesilerek et parçaları haline gelmeleriyle, tecavüze uğrayan kadınların kendilerini et parçası gibi hissetmesi birbiriyle yakından ilişkilidir; iki taraf da eril şiddete maruz kalmışlardır.
”Hayvan sömürüsü bizi şiddeti normal, rasyonel, gündelik bir hadise olarak görmeye koşullandırır. Bu, farklı cinsiyetler, renkler ve sınıflardan insanları birleştirerek veya bölerek toplumun her alanında meydana gelir.”
Alt Dallarıyla Vejetaryen Beslenme

- Lakto-vejetaryenlik: Et ürünleri tüketilmemekle beraber, hayvansal gıdalardan sadece süt ve süt ürünleri tüketilir.
- Ovo-vejetaryenlik: Hayvansal gıdalardan sadece yumurta tüketilir; et ve süt ürünleri tüketilmez.
- Lakto-ovo vejetaryenlik: Saece et ürünlerinin tüketilmediği, hayvansal gıdalardan süt ve yumurta gibi gıdalar tüketildiği bu beslenme şekli günümüzde en yaygın olan vejetaryen beslenme şeklidir. Günlük yaşamda vejetaryen olduğunu dile getiren biri, yüksek ihtimalle lakto-ovo vejetaryendir.
- Pesketaryenlik: Et ürünleri arasından sadece balık, midye gibi su ürünlerinin tüketildiği beslenme şeklidir; hayvansal gıdalar ise tüketilir.
Vejetaryen Beslenmek İçin Birkaç Sebep

- Kişinin ahlaki motivasyonu ve bu motivasyona uygun davranışı, yenilen hayvanın ölümü üzerindeki suçluluğun azalmasıyla ruhsal iyi oluşa katkı sağlamaktadır. Hayvanların acı çekmesi istenmediği halde yenmesi amacıyla öldürülmesi ‘’et paradoksu’’ olarak adlandırılır ve davranış ile tutum arasındaki bu tezatlık, kişide ”bilişsel çelişki” yaratabilmektedir.
- Et üretim sürecinde gerekli taşıma ve depolama işlerinin yanı sıra, hayvanların büyürken yedikleri gıdaların üretim ve tüketim süreçleri, (özellikle hayvan yemlerinin yetiştirilmesinde harcanan su akarsuların ve göllerin daha fazla kullanılmasına yol açmaktadır) doğal kaynakları harcamakla beraber yüksek miktarda atık oluşturmaktadır. Gübreleme kaynaklı erozyonlar ve yosun patlamaları da diğer türlerin ölümüne sebep olarak biyoçeşitlilikte azalmaya neden olabilmektedir. Üstelik bu süreçler, ülkeler için oldukça maliyetlidir.
- Çiftlik hayvanlarının taşımacılığı, diğer tüm taşımacılıklardan %40 daha fazla küresel ısınmaya neden olmaktadır. Endüstriyel et üretimine destek olmamanın, karbon ayak izimiz açısından da oldukça önemli olduğunu söyleyebiliriz.
- Vegan/Vejetaryenlerin beslenmeleri üzerine yapılan araştırmalarda, kolesterol düzeylerinin daha düşük olduğu, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları ve obezite gibi hastalıklara yakalanma risklerinin de daha az olduğu görülmüştür. Dolayısıyla sağlık sebebiyle özellikle yaşlılarda vejetaryen beslenme, tercih sebebi olabilmektedir.Her çeşit beslenmede olduğu gibi, önemli nokta dengeli ve yeterli beslenmektir.
Kaynakça
- Seçim, Yılmaz, Nevin Akyol, and Metehan Kaya. “Vejetaryen Beslenme Türleri.” Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Dergisi 5.1 (2022): 66-82.
- Tunçay Son, Güzin Yasemin. “Biyoetik çerçevesinde vegan ve vejetaryenlik.” (2016).
- KURT, ELİF GİZEM, and DRÖĞR BALOĞLU. “VEJETARYENLİĞİN MOTİVASYON, DEĞER VE İNANIŞLARI VE BUNLARIN MEKÂNLARA YANSIMASI: İSTANBUL’DA NİTEL BİR ÇALIŞMA.”
- Ünlü, Derya Gül. “Etin cinsel politikası: feminist-vejetaryen eleştirel kuramın dayanakları üzerine bir okuma.” Fe Dergi 10.2 (2018): 24-30.
- Derya, E. R. E. N. “Vegan Aktivizmin Kadına Bakışına Dair.” KADEM Kadın Araştırmaları Dergisi 5.1: 193-199.