Peyami Safa’nın otobiyografik özellikler gösteren romanı olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu 1930 yılında yayımlanmıştır. Romanın kurgusu, adını bilmediğimiz ve kemik veremi teşhisi konulmuş karakterin bize anlattıklarından oluşturulmuştur. Peyami Safa, ilkokul zamanlarından başlayarak yıllarca süren bir kemik rahatsızlığı yaşamış; hastaneler, doktorlar ve ilaç kokuları etrafında yıllarını geçirmiştir. Kendisi, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda anlattığı her şeyin gerçek olduğunu, yalnız bir unsuru değiştirdiğini söyler. Roman karakterinin hastalığı bacağındayken kendisinin sağ kolunda ortaya çıkmıştır.
Roman, mekanın karakter üzerindeki etkisini görmek adına başarılıdır. Romanın ana kahramanı çocuğu anlamak adına romandaki mekanları tek tek tasvir etmek önemlidir. Çünkü mekanlar çocuğun içinde bulunduğu psikolojiye göre anlamlanacaktır. Romanda üç tane mekan karşımıza çıkar ve biz bu mekanları çocuğun bakış açısı ile tanırız. Çocuğun gözlemleri, betimlemeleri onun hem psikolojik hem fizyolojik halini anlayabilmek adına çok önemlidir.
Mekanlardan ilki kenar mahallelerin birinde, çocuğun yıllardır annesi ile yaşadığı evdir. Çocuk, kendi mahallesindeki evleri tasvir eder. Ama kullandığı sıfatlar tıpkı bir hastayı tarif eder gibidir. Çocuk evlere adeta bir hasta gözü ile bakar: ‘’Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum ve hepsi, rüzgardan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok.. çok seviyorum.’’ Buradan anlıyoruz ki çocuk kendi hastalıklı halinin etkisiyle yaşadığı evi kendisiyle özdeşleştirir. Bu yüzden de kendisine benzeyen bu evi çok sever. Çocuk sofayı da yaşlı bir insan yüzüne benzetir: ‘’Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neşesi orada görünür, her günün hadiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilave eder. Bu sofa canlıdır: Bizimle beraber kımıldar, değişir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, ağladığı bile olur. Bu sofa dört köşedir: Ortada sokak kapısı, iki yanında birer pencere. Pencerenin yanında bir ot minderi. Minderin yanında yemek masası. Masanın yanında iki sandalye. Bu sofada oturulur, yemek yenir, misafir kabul edilir. Benim her girişimde, orada, hareketsiz duruşum, beni bana gösteren bu çehreye bakmak içindir.’’ Bu cümlelerle çocuğun evini içten ve dıştan benimsemesinin nedenini anlayabiliriz. Çocuğun düşüncesine göre, hastalığı boyunca neler yaşadıysa bu ev de onunla birlikte yaşamıştır. Bu yüzden çocuğun yaşadığı ev normal bir ev tasvirindense bir insan gibi tasvir edilmiştir. Çünkü çocuk gibi bu ev de bazı acılara göğüs germek durumundadır.
İkinci mekan hastanedir. Hastanenin kokusunu, telaşını, karamsarlığını iliklerine kadar hisseden yazar bunu okuyucuya başarılı bir şekilde yansıtır. Tasvirler hastanenin koridorunu, muayene odalarını, sıra bekleyen çeşitli insanları ve netice olarak çocuğun ruh halini bize verir. Bahçedeki ağaçların sıhhatine imrenerek yürüyen çocuk hastanenin içerisi ile dışarının zıtlığını şöyle dile getirir: ’’Her gidişimde hastahanelerin bahçeleri bana hüzün verirdi. Bunun manasını şimdi bulmaya çalışıyorum ve hastalıkla tabiat arasındaki büyük tezadı anlıyorum. Bu, bir bahçeden hastahaneye girerken ve bir hastahaneden bahçeye çıkarken en çok hissedilen şeydir.’’
Çocuğun hastalık ve aşk serüveni içerisinde en önemli mekan Erenköy’deki köşktür. Köşk, içinde Nüzhet olduğu için önemlidir. Çocuk oraya gitmek için içten içe can atar. Çünkü Nüzhet ile beraberken bir parça da olsa hastalığını unutmaktadır. Nüzhet’e duyduğu derin sevgi dolayısıyla köşk başlarda çocuğun haline olumlu tesir eder. Bunu yine çocuğun mekan bağlamında verdiği tasvirlerden anlayabiliriz. Ama sonrasında bu rahat ve huzurlu günlerinin Doktor Ragıp’ın ortaya çıkmasıyla bozulduğunu görürüz. Doktor Ragıp Nüzhet ile evlenmek ve hatta onu yurtdışına götürmek ister. Belki de çocuğu hayata bağlayan en önemli şey Nüzhet’in aşkı iken köşkte geçen bazı olaylar ve konuşmalar neticesinde çocuğun geleceğe olan umudu kırılır. Köşkte bulunduğu vakitler yaşadığı heyecan onu ameliyat masasına kadar sürükleyecektir. Ve ameliyat vakti gelir. Ameliyathane ‘hayatın nasıl bir şey olduğunu unutturan bambaşka bir alem, bir rüya odası’dır onun için.
Tanpınar ‘acının ve ıstırabın yegane kitabı’ olarak tanımlar Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu. Yazar, roman boyunca kahramanın fiziksel ve ruhsal acılarını okuyucuya öyle başarılı bir şekilde aktarır ki romanın sayfaları ilerledikçe biz de çocuğun acılarına ortak oluruz. Çocuğun Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda uzun süren tedavisinden sonra evine gideceği zaman söylediği şu cümleler hastanenin yani bir mekanın çocuğun üzerinde ne denli etkisi olduğunu bir kez daha gözler önüne serer: “Yarın hastaneden çıkacağım… Dışarıda yaşamaktan korkuyorum. Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki, onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakmazsam isyansız nasıl yaşayacağım?’’