Ünlü Yönetmen Ridley Scott’un yönettiği, Hampton Fancher ve David Webb Peoples’ın kalemleri altında şekillenen ilk Blade Runner, 1982 yılında yayınlandı. Blade Runner dışında o yıl; E.T. The Extra-Terrestrial, The Thing ve Star Trek II: The Wrath of Khan gibi oldukça merak uyandıran önemli bilim kurgu filmleri de sinema salonlarıyla buluşmuştu. Blade Runner ise ilk çıktığı yıllarda muadilleri kadar başarı yakalayamadı. Eleştirmenler tarafından küçümsendi ve gişede hedeflenen sayıya ulaşamadı ancak günümüzde, çok geniş bir türün en sağlam öncülerinden ve örneklerinden biri olarak adından hala söz ettirmekte.
Ünlü bilim kurgu yazarı Philip K. Dick’in 1968’te yayınlanan eşsiz romanı “Do Androids Dream of Electric Sheep?”ten (Türkçeye çevrilen adıyla “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?”) esinlenilen bu filmin başrollerinde Harrison Ford, Rutger Hauer ve Sean Young yer alıyor. Filmin ezgilerinin altındaki imza ise Yunan besteci Vangelis’e ait. Kendisini 17 Mayıs 2022’de kalp yetmezliğinden kaybettiğimiz başarılı besteci, bilim kurgu temasına uygun harika besteleriyle öne çıkmayı başarmıştı.
Bir Neo-Noir ve Bilim Kurgu Dedektiflik Filmi
Blade Runner filminde yıl 2019’dur. Teknoloji ilerlemiş, uzay kolonileri kurulmuş ve insanlık, kendisiyle aynı görünen robotlar yapmayı başarmıştı. Bu türe ise Replicant adını vermişlerdi. Replicantlar köle gibi çalıştırılıyor, başka gezegenleri kolonize etme gibi tehlikeli ve ölümcül görevlerde zorla yer alıyordu.
Başka bir gezegendeki (Off-World) kolonide Replicantların başlattığı kanlı bir isyan sonucu, Replicantlar, Dünya’da yasaklandı. Replicantların izini sürüp onları “emekliye ayırmak” ile görevlendirilmiş Blade Runner’dan birisi olan Rick Deckard, Los Angeles’a gelen isyancı Replicantları etkisiz hâle getirmek ile görevlendirilir.
Replicantların Dünya’ya gelme amaçlarıysa, dört yıllık kısa ömürlerini uzatabileceğine inandıkları, Replicantların yaratıcısı Tyrell ile yüzleşmektir. Replicant birliğinin gelmek için kırk takla attığı bu Dünya, nasıl bir hâle gelmiştir peki? Yağmurun, karanlığın ve kasvetin eksik olmadığı bu oldukça çarpık ve endüstriyelleşmiş dünyayı izlerken insanın içi daralıyor. Sanki yaratıcıya ulaşmak istercesine yükselmiş uzun binaların içinde; soğuk, donuk ve oldukça mutsuz insanlar yaşamakta.

Dikkatlerden kaçmayan bir nokta ise, filmde net bir devlet tasvirinin olmayışıdır. Sanki tüm dünyayı devasa şirketler yönetiyor gibi betimlenmiştir. Ayrıca Los Angeles şehrine Asya kökenli kişilerin hakim olduğunu görüyoruz. Distopik bir biçimde kurgulanmış bu dünyada geçen filmin, Neo-noir türünde olduğunu söylemek mümkün. 1940’larda ortaya çıkan Noir film kültürünün yenilenmiş bir tekrarı olan Neo-noir filmlerde tıpkı o zamanlar olduğu gibi karanlığın baskın olduğunu gözlemliyoruz. Zaten Neo-noir ile bilim kurguyu birleştirdiğimizde, ortaya yüksek teknoloji fakat kötü hayat şartlarını baz alan Cyberpunk türü ortaya çıkıyor.
Doğaçlamalar, Oyunculuklar ve Hayvan Sembolizmi
Han Solo ve Indiana Jones rolleriyle akla gelen Harrison Ford, Blade Runner’daki yapayalnız dedektif Rick Deckard’ı da muazzam bir performansla oynamayı başarmış.
Philip K. Dick, bir önceki romanı “The Man in the High Castle”ı (Yüksek Şatodaki Adam) yazmaya başlayacağı zaman İkinci Dünya Savaşı’nı yakından incelemiş ve Nazi subaylarının ne kadar da soğuk ve acımasız bir ruha sahip olduğundan etkilenmiş. Daha sonra “Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?”yi yazarken de, Philik K. Dick’in Replicantlar için ilham kaynağı Nazi subayları olmuş. Nexus-6 modeli olan Roy Batty rolüne de, Aryan tiplemesine uyduğu için, aslen Hollandalı olan Rutger Hauer’i getirmişler. Philip K. Dick’in de içine bu seçim hemen sinmiştir.

2019 yılında hayata gözlerini yuman tecrübeli oyuncunun Roy karakterindeki dokunuşları o kadar önemli ki, Roy’a yaptığı eklemeler ve doğaçlamalar olmadan filmin atmosferinin büyük bir kısmı adeta uçup gidiyor diyebiliriz. Rutger Hauer olmasa Blade Runner’ın o harika final sahnesini izlememiz mümkün olmayacaktı çünkü başta senaristlerin kafasındaki şey, Roy ile Deckard’ın karate yaparak dövüşmesiydi. Filmin ağırlığını, akışını ve ciddiyetini bozabilme ihtimaliden dolayı böyle bir şey yaşanmamış.
Rutger Hauer edebiyata oldukça meraklıydı, karakterinde de bu şiir aşkını görmek mümkün. Göz genetikçisinin üretim alanına girdikleri o sahnedeki ilk diyaloğu aslında William Blake’in 1793’te yazdığı “America a Prophecy” adlı şiirden bir kısımdır. Yine final sahnesindeki filmin ünlü tiradı (All those moments will be lost in time…) aslında çok uzundu. Eski senaryo taslaklarında o kısım şöyleydi: “Maceralar yaşadım, siz insanların asla göremeyeceği yerleri gördüm, Dünya dışındaydım ve şimdi döndüm… Sınırlar! Pluition Kampı’na bağlı bir sinyal ışığının arka güvertesindeydim, gözlerim ter içinde, Orion’un omzunda savaşan yıldızları izliyordum… Siyah galaksilerdeki test gemilerini sürerken saçımdaki rüzgarı hissettim ve bir muharebe donanmasının kibrit misali alevlenip kül olduğunu gördüm. Tüm bu olanları gördüm, hepsini hissettim!..” daha sonra senaristler bunu revize etti: “Siz küçük insanların inanamayacağı şeyler… gördüm. Magnezyum kadar parlak Orion’un omzundan yanan muharebe gemileri… Bir sinyal ışığının arka güvertesinde yol gittim ve Tannhäuser Kapısı yakınlarında, karanlıkta parıldayan C-ışınlarını izledim. Tüm bu yaşananlar… hepsi yok olacak.”
Bunların çok “operevari ve teknolojik” monologlar olduğunu hisseden Rutger Hauer, bir replicantın böyle cümleler kuramayacağını düşündü ve bunları değiştirmeye karar verdi. Sonuç olarak, ortaya bizim bildiğimiz, o hiç eskimeyen tirat ortaya çıktı: “Siz insanların inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’un omzunda yanıp tutuşan muharebe gemileri… Tannhäuser Kapısı’nın yakınlarında, C-ışınlarının karanlıkta parlayışını seyrettim. Tüm bu yaşananlar zamanda yitip gidecek, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölme vakti.” Ek olarak, yine final sahnesinde, elinde beyaz güvercin tutma fikri de Rutger Hauer’den çıkmış.
Hauer verdiği bir röportajda şöyle diyor: “İki yeri (Muharebe Gemileri ve C-Işınları) tuttum çünkü onların şiirsel olduklarını düşündüm. O kısımların karaktere ait olduklarını düşündüm çünkü dijital kafasının bir köşelerinde şiirlere yatkınlığı var ve bunun ne olduğunu biliyor.”
İyi de Roy Batty, kendisini öldürmeye gelmiş olan dedektif Deckard’a neden merhamet ediyor ve ona bu sözleri söylüyor? Nexus-6 modelli Replicantların dört yıl ömre sahip olduklarını biliyoruz. Ölümüne çare bulmak için geldiği Dünya’dan umduğunu bulamayan Roy Batty, vadesi dolmadan önce hatırlanmak, kendisinin de tıpkı Deckard gibi insan olduğunu göstermek ve birilerinin anılarında yaşamaya devam etmek istiyordu. Böylece aradığı ölümsüzlüğe erişmiş olacaktı. Binanın içindeki kovalamacada da Roy, Deckard’ı köşeye sıkıştırıyor ve avıyla oynayan avcı gibi oynuyor onunla. Çatıdan çatıya atlayıp kaçmaya çalışan Deckard, düzgün bir sıçrama yapamayıp binanın kenarındaki parmaklıklara zar zor tutunduğunda düşmek üzeredir. Zaten Deckard’ın, Sebastian’ın evine gelmesiyle yavaş yavaş başlayan rol geçişinin burada arşa çıktığına şahit oluyoruz. Artık Roy, Deckard’tan üstündür. “Korku içinde yaşamak ne de acı, değil mi? İşte köle olmak da böyle bir şey.” diyen Roy’un asıl amacını da burada anlıyoruz: Deckard’a, bir Replicant’ın neler yaşadığını hissettirmek.

Replicantlar vasıtasıyla Blade Runner’da işlenen hayvan motiflemesini de görmek mümkün. Hayvan varlığının oldukça kıtlaştığı bu dünyada ilk olarak dikkatimizi Voight-Kampff testinde tosbağa sorusunda afallayan Kowalski çekiyor. Daha sonra Tyrell Şirketi’nde geçen sahnede Rachael ile yapay baykuş arasında bir ilişki kurmak mümkün. Replicant olduğunu öğrendikten sonra şoka uğrayan Rachael’in, baykuş üzerinden, yapay bir bilgelik ve varoluşçuluğu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Zhora karakteri ise bariz bir şekilde yılan ile özdeşleşiyor. Ayrıca Zhora’yı canlandıran Joanna Cassidy, gerçekte de yılanlara pek düşkündür. Hatta Zhora’nın elindeki yılan da normalde Cassidy’nin evcil yılanıdır. Pris’i canlandıran Daryl Hannah da, çöplerin içine gizlenip Sebastian’ın karşısına çıkmasından ve yaptığı makyajdan yola çıkarak, rakun imajıyla izleyicilerin önüne sunuluyor. Son olaraksa, efsanevi karakterimiz Roy’un da bir kurt motifini canlandırdığını, Deckard’ı kovalarken yaptığı ulumalarından çıkartabiliriz. Roy’u ayrıca barışın ve merhametin sembolü olan beyaz güvercin ile ilişkilendirmek de mümkün.

Farklı Kurgular, Motifler ve Metaforlar
Her ne kadar Blade Runner 1982 yılında sinema salonlarıyla buluşmuş bir film olsa da, hem aynı yıl içinde hem de ilerleyen yıllarda, filmin pek çok farklı kurgulamaları ve senaryoları olması planlanmıştı. Yapımcı ve dağıtım sorunları nedeniyle filmin yedi tane kurgusu var ancak en çok bilinen ve büyük değişikliklerin yaşandığı üç versiyonundan ilki, Amerika sinemalarında yayınlananıydı.
Sinemada yayınlanmadan önce Blade Runner bazı izleyicilerin beğenisine sunuldu ve görüşleri alınıp analiz edildi. Sonuyla alakalı net bir duruşa sahip olmadığı ve anlaşılamadığı üzerine gelen eleştiriler sonucu filme stüdyo zoruyla “mutlu son” eklendi. Filmin bu versiyonu, Deckard ve Rachael’ın Los Angeles’ın boğuk ve karamsar atmosferinden kaçıp güneşli bir yere doğru araba sürmeleriyle bitiyor. Bu son, çoğu şeyin miladı olan Blade Runner’ı klişeleştirip yapmacık hale sokarak, filmin oluşturmaya çalıştığı felsefeyi çöpe atmıştı. Ön izleyicilerden gelen eleştirilere karşı stüdyonun aldığı başka bir önlem ise Rick Deckard’a üst ses eklenmesiydi. Bir sanat eserine ticarî ürün gözüyle bakıp, senaristi ve yönetmeni göz ardı ederek, piyasaya film sunma fikrinin yanlış olduğu için: eklenen üst ses, bizce muğlaklık ile yükselen Blade Runner’ı basitleştirmiş ve izleyicilerin film üzerine düşünmesini kısıtlamıştı. Yine de filmin bu hâlini beğenenler de var. Bu konuda takdir tabi ki size kalıyor. Ayrıca Deckard’ı canlandıran ünlü oyuncu Harrison Ford da karakterine üst ses eklenmesinin filmin havasını öldüreceğini düşündüğünden, belki stüdyo bu fikirden vazgeçer diye, seslendirmeyi kasıtlı olarak kötü yaptığı iddia edilmişti. Yeri gelmişken Rick Deckard ile Fransız filozof René Descartes’ın isimlerinin ne kadar benzediğini görebiliriz. Ayrıca Descartes’ın meşhur “Düşünüyorum, öyleyse varım.” ifadesini Pris’in Sebastian’a söylediğini biliyoruz.

Daha sonra, 1992’de, çıkış tarihinden on yıl sonra Director’s Cut yayınlandı. Ridley Scott aslında bu kurgu ile pek ilgilenemedi zira o yıllarda Conquest of Paradise adlı filmi çekmek ile meşguldü. Ancak yirmi beş yılın ardından, 2007 senesinde çıkacak olan Son Kurgu (Final Cut) ile beraber, ünlü yönetmen, nihayet Blade Runner’ı istediği forma sokmayı başarmıştı. Aslında Director’s Cut ile Final Cut birbirine benzerlik göstermektedir. Aralarındaki en büyük farksa, Final Cut ile iyileştirilen görsel efektler ve aksiyon sahneleri idi. Şimdi bahsedeceğimiz değişiklikler, Final Cut ve 1982’de sinemada gösterime giren ilk versiyona dayanıyor.
Bu son kurgularla oldukça fazla şey değişti. Bunlardan en önemlileri ise Deckard’ın kaldırılan üst sesi ve filmin sonuydu. 1992 versiyonunda film, Deckard ve Rachael’ın bindikleri asansörün kapanması ile son buluyordu artık. Ayrıca 42. dakikada, piyano başında uyuklayan Deckard’ın rüyasında tek boynuzlu at gördüğü bir kısım eklendi. Bu da bizi, Deckard’ın asansöre binmeden önce koridor zemininde fark ettiği, filmin finalindeki tek boynuzlu at origamisi sahnesine götürüyor. Origamileri Blade Runner’ın en gizemli ve ikonik karakterlerinden biri olan Gaff’ın yaptığı bilindiğine göre, ortaya ilginç bir teori çıkıyor: Deckard’ın da aslında bir replicant olması.

Eski Nexus modellerinin insansı davranmayı öğrenmeleri için yeterli ömürleri olmadığından duygusal olarak geride kalıyorlardı. Bu sebeple Replicantları daha kontrol edilebilir ve “İnsandan Daha İnsan” yapabilmek için Tyrell, yeni modellerine sahte anı yüklemeye karar verdi. “Eğer onlara bir geçmiş bahşedersek, duyguları için bir temel yaratırız ve onları daha iyi denetleyebiliriz.” diyor Replicantları üreten iş insanı Tyrell. Bu anılar vasıtasıyla gerçek bir insan olmaya daha da yakınlaştılar. Öyle ki, kişinin Replicant olup olmadığını anlamak için yapılan Voight-Kampff testinde, ortalama yirmi-otuz soruda sonuca varabilmek mümkündü ancak yapay anılara sahip Rachael’in ne olduğunun anlaşılması yüz soruyu buldu.
Eklenen sahne ile beraber, Gaff’ın yerleştirdiği tek boynuzlu at, aslında Deckard’ın da anılarının sahte ve kaçak Replicantları “Emekliye Ayırmaya” programlanmış bir Replicant olduğuyla alakalı yorumları oldukça güçlendirmeyi başardı. Yönetmen de geçen sene konuk olduğu bir podcast programında Deckard’ın Replicant olduğunu söyledi. Bu sahne; Gaff’ın emekli edilme emri çıkarılan kaçak Rachael’ı, Deckard’ın evinde bulmasına rağmen öldürmeyip bağışladığıyla alakalı bir ima olarak kalsaydı çok daha iyi olabilirdi. Gaff’ın Replicantları emekli eden Deckard’a sonda söylediği söz, böylece eski hâliyle çok daha anlamlı olabilirdi: “Yaşamayacak olması ne de acı! Ama zaten kim yaşıyor ki?”
Deckard’ın replicant olması filmdeki karakter gelişimini, duygusallığı ve empatiyi azaltıyor. “Kopyalar da diğer makineler gibidir. ya yararlıdır ya zararlı. Yararlılarsa beni ilgilendirmez.” Diyen duygusuz bir dedektifin daha sonra o kopyalardan birine aşık olması sizce de böyle daha etkileyici olmuyor mu?
Son kurgularda değişen bir başka detaysa ölümünü engellemek isteyen Roy’un yaratıcısıyla yüzleştiği sahnedeki giriş diyaloğudur. Blade Runner’ın eski versiyonlarında Tyrell, Roy’a ne istediğini sorduğunda: “I want more life, fucker!” derken, yeni versiyonda bu değiştirilerek “I want more life, father!” yanıtını veriyor. Burada hayranlar hangisinin daha etkileyici olduğu konusunda ikiye bölünmüş durumda. Bir kısım “fucker” tercihinin, amacı için Dünya’ya gelmeyi bile göze alan bir kölenin üreticisine beslediği kini ve nefreti dışa vurması açısından, daha çarpıcı olduğunu düşünüyor. Diğer kısımsa, “father” ile hitap etmesinin Roy’a insansı bir boyut kazandırdığını savunarak, evladın babasıyla veya tanrısıyla olan hesaplaşmasındaki duygusal perspektifi daha dokunaklı buluyor. Roy’un yaratıcısına “baba” diye hitap etmesi, sahneyi mitolojik ve dinsel yönden okumayı mümkün kıldığı için daha sanatsal olmuş diyebiliriz.

Doğal olarak aklımıza, kardeşlerini babası Kronos’un karnından kurtarıp ona savaş açan Zeus geliyor. Roy, tıpkı Zeus gibi, kendisiyle beraber yoldaşlarını (kardeşlerini) kurtarmak ve daha fazla yaşamak istiyor. Blade Runner’daki Kronos da böylece Tyrell’e eşdeğer oluyor. Peki Kronos nasıl bir varlıktı? O da bir zamanlar, kardeşleriyle beraber, devasa çocuklarından tiksinen babası Uranus tarafından annesi Gaia’nın rahmine, yeryüzüne hapsedilmişti. Kronos’un annesi bu durumdan rahatsızdı ve evlatlarına baş kaldırmaları için çağrı yaptı. Bu çağrıya yanıt veren tek Titan, Kronos olmuştu. Kardeşlerin tek erkeği ve en genci olan Kronos, babasının testislerini orak ile kesti ve yerle göğü ayırıp serbest kalmayı başardı. Artık güç Kronos’un elindeydi. Ablası Rhea ile olan birlikteliğinden Demeter, Hestia, Hera, Hades ve Poseidon meydana geldi ama ilerde, çocukları tarafından alaşağı edileceğini bilen Kronos; doğan tüm yavrularını yedi ve onları karnına hapsetti. Rhea, eşi Kronos’tan habersiz bir çocuk daha doğurdu: Zeus. Bu çocuk, büyüdükten sonra kardeşlerini kurtaracak ve babasını yenerek onu hapsedecekti.

Blade Runner evrenindeki devasa reklam panolarında yer alan Geyşa’nın (Geisha) yediği hapın doğum kontrol hapı olduğu varsayıldığına göre, belki de film burada, yaratıcısını engelleyen ve doğanın kontrolünü ele geçirmeyi arzulayan Tyrell’e atıf yapıyor olabilir.
Roy’un Tyrell ile hesaplaştığı sahnede aklımıza gelen bir başka hikaye ise İsa’nın 12 Havarisinden biri olan Judas’ın (Yahuda) öpücüğüdür. İsa’yı öldürmek için gelen Romalı askerlere İsa’nın yerini para karşılığı söyleyen Judas’tır. Son Akşam Yemeği’nin ardından, Judas, kalabalıkta İsa’yı öpmesiyle onu ifşa eder. Judas Öpücüğü, günümüzde “Dostluk ve iyilik göstergesi sanılan ancak karşı tarafa zarar veren davranış” anlamına gelir. Roy ise, yaratıcısını öldürmeden önce onu dudağından öpüyor. Tyrell’in her ne kadar bir hedefi ve ideali olsa da, yaptıkları hem evreni hem de tasarladığı Replicantları tehlikeye atıyor. Roy’un da Tyrell’i öldürmeden önce öpmesi, İncil’deki bu olaya benzemiyor değil.

Roy ve Deckard arasında geçen final sahnesinde, Roy yakalamacanın ortasında eline sapladığı bir çivi ile, “Judas” olmaktan çıkıp daha çok İsa’ya benzemeye başlıyor. Deckard, binanın ufak bir çıkıntısına zar zor tutunmuş vaziyetteyken daha fazla dayanamıyor ve ellerini bırakıyor, kendisini ölümün kollarını teslim ettiğinde onu kurtaran ise Roy oluyor. Onu, çivili eliyle tutup binanın üstüne bırakıyor. Roy’un elindeki Stigmata’yı andırıyor. Dikkatliği izlendiğinde, Deckard’ın düşmeden önce Roy’un yüzüne tükürdüğü görülüyor. Aslında çok da önemli bir detay olmasa da, Deckard’ın Roy’a tükürmesi, insanlığı ve ona inananları günahlarından arındırmak için dünyaya gelen İsa’nın, yerel halk tarafından nasıl linç edilip çarmıha gerildiğine bir atıf yapıp ikisi arasında ilişki kurmamızı sağlıyor.
Ayrıca göz teması da filmde sürekli önümüze çıkıyor. Blade Runner’ın açılış sahnesi, Los Angeles’ın karanlık ve endüstriyel dizaynını tepeden gösterirken bir göze yakın çekim yapılıyor. Kısa süreliğine, şehri bu gözden izliyoruz. Gözler ruhun aynası olarak kabul edilir. Göz teması, bilinçsizce niyet ve duyguyu gösteren beden dilinin bir ifadesidir ve bu durum, Blade Runner’da etkili biçimde işlenmiştir. İnsan ile Replicant’ı ayırmaya yarayan Voight-Kampff testi, göz bebeğinin dalgalanması ve irisin istemsiz genişlemesi gibi çeşitli biyolojik tepkiler yoluyla duyguları, özellikle empatiyi ölçer.
Roy, kendi gözlerini tasarlayan Hannibal Chew’in yanına gittiğinde, Chew, ona bakarak “Senin gözlerini ben tasarladım.” Diyor. Roy da: “Chew, keşke gözlerinle benim neler gördüğümü görebilseydin.” diyerek karşılık veriyor. Buradaki yarı esprili ironiyse, Roy’un gözlerinin gerçekten de Chew’a ait olmasıdır fakat Roy burada, benliğin oluşumundaki kişisel deneyimin önemini vurguluyor.
Filmin başka bir iyi yönü de Replicant türünü bir çeşit robot gibi göstererek izleyicileri kandırması. İşin aslı, Replicantlar aslen genetik mühendisliği ile tasarlanmış insansı varlıklardır, bir çeşit genetiği ile oynanmış ve düzenlenmiş insan gibidirler. Fakat film, Replicantları ötekileştirme temasını o kadar iyi veriyor ki, izleyenlerine, onların robotik bir dizayn vasıtasıyla meydana geldiği izlenimi veriyor. Eğer gerçekten robot olsalardı, Replicantları anlamanın tek yolu empati ve psikoloji testi olur muydu?
Özünde, Blade Runner’ın girift bir kurgusu ve hikayesi yok. Yer yer tipik bir trajediyi andıran bu filmin ana karakteri; diğer bilim kurgu filmleri gibi çok da büyük şeyler başarmıyor, dünyayı kurtarmıyor. Sadece, yalnız bir dedektifin yaşadığı içsel bir yolculuğu konu alıyor ve bu da filmi ikonik ve klişelerden uzak yapan unsurlardan biridir. Hiçbir olayı ağzımıza kaşık ile sokmayışı ve basit bir karakteri işlemesi, bu filmi ekstra canlı ve yoruma açık hale getiriyor. Cyberpunk türünün en iyi örneklerinden olan Blade Runner’a, ilerde pek çok filmden, bilgisayar oyunundan ve kitaptan göndermeler yapılacaktı.