Camille DeAngelis’in 2015 tarihli aynı adlı romanından senarist David Kajganich tarafından uyarlanan, yönetmen koltuğunda Luca Guadagnino‘nun bulunduğu Bones and All, 1980’lerin Amerika’sında geçiyor. İlk gosterimini 2022 Cannes Film Festivali‘nde yapan filmi Filmekimi‘nde izleyip sizler için mercek altına aldık.
19 yaşındaki Maren (Taylor Russell) bir yamyamdır. Babası (André Holland) onu güvende tutmak için elinden geleni yapar ve Maren her insan eti açlığına teslim olduğunda ikili harekete geçerek onları kimsenin bulamayacağı başka bir yere taşınır. Fakat bir sabah, Maren boş bir eve uyanır ve babasının neden artık ona bakamayacağını açıklayan bir kaset bulur. Böylece Maren, öz annesini bulmak adına bir yolculuğu başlar. Timothée Chalamet‘in serseri karakteri ve aynı zamanda bi yamyam olan Lee, bu yolculukta ona katılır ve ikisinin arasında bir aşk doğar. Maren Lee’de, yamyamlık arzusunu anlayan ve paylaşan birini görür. Birlikte, yemek yeme ihtiyacından kaynaklanan bu karanlık dürtüyü keşfederler, ancak bu yaşam tarzını paylaşacak birini bulmanın ne sonuçlar doğuracağını bilmezler.
Korku filmleri gençliği ve hatta aşkı incelemek için bize her zaman mükemmel bir mercek sağlamıştır. Yamyamlık, Julia Ducornau‘nun Raw‘ında görüldüğü gibi, şehvet, arzu ve cinsel uyanışları keşfetmenin aynı derecede iyi bir yolunu sağlar. Bones and All, görünüşe göre Raw’ın başarısını tekrarlamak istiyor, ancak bunu çok daha romantik bir yerden yapıyor. Başarılı oluyor mu derseniz Raw kadar olamasa da iki saatlik süresi içinde kendini izlettirecek kadar iyi. Call Me By Your Name ilk aşka acı veren şefkatli bir bakışsa ve Suspiria, Guadagnino’nun sert, sürrealist korkuya yaptığı derin dalışsa, Bones and All her ikisinden de biraz diyebiliriz. Olay örgüsünün yamyam yanıyla insanları ürkütecek kadar tüyler ürpertici bir vahşeti var.
Film boyunca hikaye çok şaşırtıcı yönlere gidiyor ve maksimum etki için Guadagnino korkuyu bir müddet uzak tutup tekrar patlatma yöntemini kullanıyor. Kendinizi bir yandan Lee ve Maren’in başarılı olmasını isterken, bir yandan da yolculuklarında yaratacakları kargaşanın olası sonuçları konusunda genel olarak gergin hissederken buluyorsunuz. Aynı zamanda yiyicilerin dünyası hakkında daha fazla şey öğrenmek istemenize de yol açıyor ve bu yolculuk Chloe Sevigny, Michael Stuhlbarg, Andre Holland ve David Gordon Green‘in zengin, destekleyici rolleri sayesinde daha da iyi hale geliyor.
Filmdeki tüm performanslar yerli yerinde. 2019 yapımı Waves‘de oldukça inandırıcı ve yürek parçalayıcı performansıla dikkat çeken Taylor Russell, Maren olarak da büyüleyici. Bize hikayede gözcülük yapıyor ve olay örgüsünün tamamen raydan çıkmaya gittiği anlarda bile bizi gerçekliğe bağlı tutuyor. Chalamet, kariyerinin başlarında bile ondan mükemmellik bekleyebileceğimiz bir noktaya ulaştı ve hala daha fazlasını sunabiliyor. Lee ilk başta bir baş belası gibi görünüyor, ancak film ilerledikçe ve karakterin katmanları geriye doğru açıldıkça, Lee savunmasız ve sevecen ama aynı zamanda sadık ve güçlü hale geliyor. İki karakter neredeyse yelpazenin zıt kutuplarından başlıyor ve tüm filmi ortaya ve birbirlerine doğru ilerleyerek geçiriyor. Maren ve Lee ilk bakışta birbirlerini sadece yamyam oldukları için seviyorlarmış gibi görünse de, ikilinin arasındaki aşk bundan çok daha fazlası. Yamyam olmalarından öte birbirlerini ‘normal insanlar’ olarak da sevmeye çalışıyorlar. Normal insanlar olarak yemek yemek, kitap okumak, bisiklet sürmek, günbatımını izlemek..birbirlerine karşı verdikleri destekler onları hem yamyam hem insan olarak sevmemize yol açıyor.
Özünde bu dünyada aşkı bulma ve kabul görme hakkında bir hikaye. Maren ve Lee’nin, yiyiciler olarak asla normal bir varoluş yaşayamayacaklarının farkında olmalarına rağmen, birbirlerine olan sevgilerini ve onlar için “normal” olanı bulma arzularını keşfettiklerini görüyoruz. Maren onu karanlıkta tutarak “korumaya” çalışan babası tarafından tüm hayatı boyunca öylesine kenara itilmiş ve dışlanmıştır ki, sonunda onu kabul eden ve gitmek istediği yere götürmeye istekli birini bulduğunda ona sıkıca sarılır.
Her ikisi de korkunç geçmişlerden kaçıyor, ihtiyaç zamanlarında birbirlerine yaslanıyor, dünyayı ve kendilerini bir öğünde birlikte keşfediyorlar. Birlikte daha fazla zaman geçirdikçe, herhangi bir iyi ilişki gibi, eşitleyici güçler olarak birbirlerine hizmet ediyorlar: Lee, Maren’e bir amaç duygusu verirken, Maren, Lee’ye savunmasız olması için bir alan sunuyor. Beslenmekten bahsettiklerinde, heyecan ve utancın o güçlü karışımıyla, tutkularını gizlice paylaşan iki insana dönüşüyorlar.
Bones and All, birlikte bir an daha geçirmek için çevrelerindeki dünyayı çiğneyecek kadar birbirlerine aşık olan iki kişinin hikayesi. Birbirimizi pek çok şekilde tüketiyoruz; başkalarının zamanını, duygularımızı, dikkatimizi, sevgimizi yiyoruz. Bones and All bu dürtüyü gerçek anlamda ifade ederek bunun tehlikeli ama güzel bir şey olduğunu gösteriyor. Aşk ve sevginin yokluğu kaçınılmaz olarak filmin yalnızlık kaygısına giriyor. Maren kim olduğundan kaçsa da, gerçek benliği her zaman ona yetişiyor. Reddedilmek ve yalnız kalmak daha da boş bir alana itilmek demektir. Bu nedenle, Maren ve Lee’nin başkalarına uyguladıkları insanlık dışılığa rağmen, aralarındaki bağ saf, iç açıcı ve kaçınılmaz olarak üzücü. Birbirlerini buldukları ve birbirlerini sevdikleri için mutlular.
Bones and All, kahramanlarımızın her an insan etiyle beslenmek zorunda kalacağı kanlı ve aşk dolu bir yolculuk. Hem Lee hem de Maren, film boyunca tamamen kontrollerinin dışında olan bir şey için “iyi” veya “kötü” insanlar olup olmadıklarını sorguluyorlar ve biz de her an onlarla ilgili daha fazlasını öğrenmek istiyoruz.