Bir dönemin en çok sorulan sorusu: “Messi mi, Ronaldo mu?”
Biz de bu yazımızda, bir döneme sergiledikleri oyunculuk performanslarıyla damga vuran Al Pacino ve Robert De Niro üzerinde duracağız. Tabii ki, “Büyük Hesaplaşma” filmi özelinde.
Büyük Hesaplaşma filmi; Michael Mann tarafından kaleme alınan ve aynı zamanda yönetmenliğini üstlendiği, 1995 yapımı aksiyon-dram ve suç filmidir. Filmin asıl adı Heat olmasına rağmen Türkiye’de 1996 yılında Büyük Hesaplaşma adıyla vizyona girmiştir. 1990’lı yıllara baktığımız zaman bu tarz filmlerin artış gösterdiğini, -1992 yılında Reservoir Dogs/ Quentin Tarantino- özellikle 1995 yılında vizyona giren Se7en ve Büyük Hesaplaşma, sinema tarihinde kendilerine özel bir yer bulan filmler olarak karşımıza çıkar.
Neden Büyük Hesaplaşma?
Reservoir Dogs; bir soygun filmi olduğu hâlde, filmin hiçbir sahnesinde soygun anını göstermez. Kısacası: soygun sahnesi olmadan, soygun gerçekleşir. Sinemada bir şeyi göstermenin birçok seçeneği vardır; insan, görmek istediği şeyi görür. Quentin Tarantino, Reservoir Dogs filminde bundan yararlanır. Filmin içinde, geçmişe dönüşler gerçekleştirir, biz de soygun sahnesini görmesek de soygunun gerçekleştiğini biliriz.
Se7en; konu olarak diğer iki filmden biraz daha farklı bir yerdedir. Bir soygundan bahsetmek mümkün değildir; fakat sinemada türler ve alt türler bakımından diğer iki filmle aynı türe sahiptir. Se7en filminde, iki dedektifin bir seri katili yakalamaya çalıştığını görürüz. David Fincher‘ın diğer iki filme göre, filmin sonunun tahmin edilemeyeceği bir şekilde bitirdiğini söyleyebiliriz.
Se7en filmi hakkında daha detaylı bir yazı okumak isterseniz; https://www.soylentidergi.com/hristiyanligin-se7en-gunahi/ adlı yazıma göz atabilirsiniz.
Ve Büyük Hesaplaşma…
Filme baktığımız zaman gerçekten karşı karşıya gelen iki isim var: Al Pacino ve De Niro. Bu iki ismin; hayat verdiği karakterlerin yaşantısı, filmin bütününde oluşan derinlik, uzun soluklu çatışma ve soygun sahneleri ile diğer iki filmden çok ayrı bir yerde tutulması gerektiğini söyleyebiliriz.
Al Pacino’nun hayat verdiği karakter Teğmen Vincent Hanna olarak karşımıza çıkar. Meslek hayatında başarılı olmasına rağmen aile hayatında sorunlar yaşar. Bu sorunların kaynağında Vincent Hanna’nın işine olan düşkünlüğü büyük bir rol oynar.
Filmdeki sahnelerden birinde Vincent Hanna ile eşinin tartıştığını görürüz:
Beni hep işin dışında tutuyorsun.
Birleştiğimizde sana beni kötü insanlarla ve dünyanın kötülükleriyle paylaşman gerektiğini söyledim.
Ben de bu kabul ettim. Çünkü seni seviyorum. Seni şişman, kel, paralı, parasız, nasıl olursan ol seviyorum. Ama normal bir adam gibi yanımda olmalısın. Paylaşmak budur. Bu paylaşmak değil, kalıntılarla yetinmek.
Ne yapmalıyım? Eve gelip: ”Biliyor musun hayatım bugün bir eve girdim. Uyuşturucu müptelası serserinin teki bebeği çok ağlıyor diye onu fırında kızartmış. Hadi gel bunu paylaşalım. Paylaşalım ki bu iğrenç pisliği beraberce içimizden defedelim” mi diyeyim? Böyle olur mu? Olmaz. Neden?
Çünkü sen rutin olanı seçiyorsun. Sevişiyoruz, konuşmak yok.
Kızgınlığıma tutunmam gerek. Çünkü o öfkeye ihtiyacım var. Bu beni hep formda tutuyor.
Bu sahnede Vincent Hanna, konuşma boyunca sakız çiğner fakat yer yer sakız sesini duyarız. Konuşmanın sonlarına doğru ise parmak şıklatır.
Vincent Hanna karakterini ele aldığımız zaman filmin içinde karakter hakkında birçok detay vardır: Tekrardan barıştığı kişiyle yaşadığı problemler yüzünden ilişkinin bitme noktasına gelmesi ve ilerleyen süreç içinde eşi tarafından aldatılması, bu durum karşısında kendisine ait olan televizyonu alıp evi terk etmesi ve trafik ışıklarına yakalandığında arabasının kapısından televizyonu fırlatması gibi birçok ayrıntı filmin bütününde karakterin derinliğini hissettirir.
Vincent Hanna karakteri üzerinde işlenen detaylar aslında Vincent Hanna’nın nasıl bir kişilik özelliklerine sahip olduğu hakkında izleyicilere izlenim verir.
Robert De Niro’nun hayat verdiği karakter Neil McCauley olarak karşımıza çıkar. İyi bir çete lideri olan Neil McCauley, filmin başında gerçekleştirilen soygunun lideridir. Hayatı hakkında çok fazla detaya girilmez. Neil McCauley hakkındaki izlenimlerimiz genel olarak ekip arkadaşı Chris Shiherlis‘in ailevi sorunlarını çözmeye çalışırken gözlemlediğimiz yönde ilerler.
Neil McCauley karakteri üzerinde oluşturulmak istenilen derinlik, yeni tanıştığı bir kadının sorduğu sorular üzerinden verdiği cevaplarla yaratılır:
Yalnız mı seyahat edersin?
Evet.
Kendini yalnız hisseder misin?
Tek başımayım. Yalnız değilim. Peki ya sen?
Çok yalnızım.
İyi bir senaryonuz varsa bütün kartları açık oynayabilirsiniz.
Yönetmen Michael Mann, filmin öyle bir yerinde Vincent Hanna ve Neil McCauley karşı karşıya getiriyor ki, filmin o anına kadar yaşanılan bütün gerilimi masaya yatırıyor.
Vincent Hanna, peşinde olduğu Neil McCauley deşifre etmesine rağmen yakalamıyor. Sıradan bir çete lideri olmadığı düşüncesi hakim. Yönetmenin yarattığı izlenimleri ele aldığımız vakit Vincent Hanna’nın da mesleki hayatında bu tarz -işinde profesyonel- çetelerin hep peşinde olduğunun izlenimini veriyor.
Peki, Vincent Hanna soygunun arkasındaki ismi nasıl buluyor?
Gerçekleşen soygunun ardından olay yerindeki izlenimleri ele alan Vincent Hanna, rehineleri öldüren çeteden bir üyenin ağzından çıkan bir kelimeyle, Neil McCauley’e ulaşan yola ilk adımı atıyor. Meslekteki ağırlığını kullanarak, kendisine istihbarat sağlayan kişilerden-sıradan bir soygunun olmadığı düşüncesiyle- bu tarz işleri yapan kişilerin kim olabileceği hakkında bilgi alıyor. Neil McCauley’in ekibinden bir üyenin soygun sırasında hem rehineleri öldürmesi hem de geride delil bırakan sözler sarf etmesiyle buluyor. Fakat ismi bulduğu an onu yakalamıyor. Yakalamak için doğru zamanı bekliyor. Bu bekleme süreci ise suç üzerinde yakalamaktan geçiyor.
Peki, Neil McCauley için ‘istifa’ sesleri yükseliyor mu?
Elbette hayır. Vincent Hanna’nın peşinde olduğunun farkında ve onunla istediği dilden konuşuyor. Karşılıklı köşe kapmaca oyununu andıran Vincent Hanna & Neil McCauley, Messi ve Ronaldo gibi en iyi yaptıkları işi yapmaya kararlı ve başka bir iş yapmak istemediklerini birbirlerine itiraf ediyor.
Bir banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir.
Evet, Neil McCauley yaptığı her şeyin arkasında ve her zaman verebilecek bir cevabı var. Vincent Hanna’nın ‘normal bir hayatın olsun istemedin mi?’ sorusu ile geçmişine doğru yolculuk yaptığı esnada ‘sıradan insanlar gibi mangal ve futbolla uğraşmak mı?’ cümlesiyle kendi hayatını özetliyor.
Neil McCauley için hayat soygundan ibaret. Vincent Hanna ile olan konuşma sahnesinde şu sözleri hayatının gerçekten soygundan ibaret olduğunu gösteriyor:
Senin hayatın normal mi?
Hayır. Benim hayatım afet bölgesi gibi. Gerçek babası aşağılığın teki olan sorunlu bir üvey kızım var. Bir karım var evliliğimiz yokuş aşağı gidiyor. Bu üçüncü evliliğim. Çünkü tüm zamanımı senin gibileri yakalamak için sokakta geçiriyorum. Hayatım bu işte.
Bir gün biri bana şöyle demişti: ”Hayatına ilişki sokma ki, polis baskını olacağını hissettiğinde… 30 saniye içinde her şeyi bırakıp gidebilesin.”
Peki, Neil McCauley polis baskınını hissettiğinde her şeyi bırakıp gitti mi?
Bu soru filmin hayat sigortası niteliğinde çünkü Vincent Hanna, Neil McCauley’i vurması gerekirse bu durumun hoşuna gitmeyeceğini dile getirir. ‘Ama seninle ve bir adam arasında seçim yapmak zorunda kalırsam, dostum sen kesinlikle ölürsün’ der.
Bu açıklamanın üzerine Neil McCauley ise olaya tam tersinden bakar. ‘Ya kendin köşeye sıkışırsan?’ sorusunu sorar ve ‘beni durdurmana izin vermem’ der.
Ve Neil McCauley ilk adımı atarak soygunu gerçekleştirir. Bundan sonrasında bu ikilinin en iyi yaptıkları işi izleriz. Büyük çatışma sahnelerinin de olmasıyla karakterler üzerinde oluşan derinlik filmin bütününe yayılır.
Elimizde iyi bir senaryo ve Al Pacino- Robert De Niro gibi oyuncular varsa ‘Büyük Hesaplaşma’ filmi özelinde taraf olmamız normaldir.
Peki, yazımızın başında sorduğumuz soruyu tekrardan hatırlayalım:
Messi mi Ronaldo mu? – Vincent Hanna mı yoksa McCauley mi?
Düşüncelerinizi yorumlar kısmında belirtebilirsiniz.