Didem Madak, 8 Nisan 1970’de İzmir’de dünyaya geldi. Çocukluğunun büyük kısmını Burdur ve Amasya’da geçirdi. Babası 12 Eylül olaylarında Uşak’a sürülünce bu zorlu süreci, şiirlerinde de sık sık adını geçirdiği, kardeşi Işıl ve annesi Füsun’la beraber Burdur’da geçirdi. Hayat, Didem Madak’a kötü bir sürpriz daha hazırlamıştı. Şair, 13 yaşına geldiğinde annesi 38 yaşında kanser yüzünden yaşama veda etti. Kısa bir süre babasıyla yaşayan Madak, daha sonra evden ayrıldı ve Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanarak İzmir’e yerleşti. Henüz 19 yaşındayken okulda tanıştığı erkek arkadaşıyla evlendi fakat bu evlilik çok uzun ömürlü olmadı.
Boşandıktan sonra bir apartmanın bodrum katına yerleşti ve ilk şiirlerini burada yazdı. Mezun olduktan sonra “Ah’lar Ağacı”nı yazmaya başladı. Yazdığı şiirleri çok beğenen kardeşi Işıl, şairden gizli şekilde bunları yarışmaya gönderdi ve Didem Madak’ın ilk kitabı olan “Grapon Kağıtları”, İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandı. Ödülünü almak için İstanbul’a geldi ve yaşamanın geri kalanını İstanbul’da geçirdi. Bu esnada yeniden evlenen şairin kızı oldu. Kızına çok sevdiği annesi Füsun’un adını verdi. Kızı doğduktan sonra hiç şiir yazmadı ve ne yazık ki 2011 yılında daha 41 yaşındayken kolon kanseri yüzünden hayatını kaybetti. Annesi Füsun’la başlayan hayatı kızı Füsun’la son buldu.
Didem Madak’ın Şiir Anlayışı
Didem Madak’ın şiirlerinin yapı taşı annesi Füsun’dur. Küçük yaşta annesiz kalmanın verdiği acıyı ve kırgınlığı şiirlerinde bolca görürüz. Hayatla tek başına mücadele etmek zorunda kalan küçük kız çocuğunun feryadı vardır eserlerinde. “Annesizlikten şair olduğu” düşüncesini her dizesinde işlemiştir. Bu yüzden şiirleri hüzün doludur. Bunun yanı sıra Madak’ın eserlerinde feminenlik hakimdir. Kadınların gündelik yaşantılarından izler buluruz hep dizelerinde. “Haraşo örgüler”, “eski tül perdelerden gelinlikler”, “kalbinin raflarına dizdiği rengârenk reçeller” gibi benzetmelerle doludur şiirleri.
Madak’ın şiirleri hayatının farklı dönemlerini anlatır. “Grapon Kâğıtları”nda okuyucuya çocukluk anılarını, “Ah’lar Ağacı”nda hayata olan kırgınlığını ve anne özlemini, “Pulbiber Mahallesi”nde ise gündelik yaşamını aktarır. Şair, 2002 yılında gerçekleştirdiği bir röportajda şiir anlayışını şöyle özetler:
“Benim hayatım ve kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabî şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.”
Tüm şiirlerine gündelik yaşamın ayrıntıları, kediler, masallar, anne, ölüm ve onda iz bırakan her şey hakimdir. Şiirlerinde bahsi geçen mekanların, kişilerin ve olayların gerçek olması onu hayatımızın içinden biri yapıyor adeta. Her okurun kendinden izler bulduğu eserleri gösterişten uzak, sade ve aslında hepimizin sık sık rastladığı motiflerle bezelidir. Sanki bir şair değil de mahallemizde her gün gördüğümüz bir komşumuz gibidir Didem Madak.
Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım
Didem Madak’ın şiirlerinde korku sıkça işlenen duygulardan “Grapon Kâğıtları”nda geçen “Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!” adlı şiirinde bu duygu unsuru çok açıkça görülür.
“Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak.”
Pippi Uzunçorap
Şiir, Pippi Uzunçorap isimli bir çocuk kitabından alıntıyla başlıyor. Kitabın kahramanı Pippi, kafasına estiği gibi yaşayan, arkadaşlarını maceraya sürükleyen ve bunları başında hiçbir yetişkin olmadan yapan bir çocuktur. Annesini çok küçük yaşta kaybetmiştir, babası da siyahi insanların yaşadığı adada kral olduğuna inanır. Pippi Uzunçorap, çılgın, asi ruhlu ve turuncu saçlı bir çocuktur. Madak’ın bu alıntıyla şiire başlaması tesadüf değildir. Kendisi gibi annesi olmadan büyüyen ve hayata bu şekilde hazırlanmak zorunda olan bir kitap kahramanını tercih etmiştir. Pippi her ne kadar eğlenceli ve olağan dışı bir çocuk olsa da annesizliğin verdiği eksikliği yaşamaktadır.. Annesini çok küçük yaşta kaybeden Didem Madak’da bu karakterde kendisinden izler bulmuştur.
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!
Didem Madak’ın bodrum katında bulunan evinde izole bir hayat yaşadığını şiirin ilk dizelerinden anlıyoruz. Yüzündeki hüznün izlerini ve yaralı ruhunu gizlemek için rengarenk maskeler takarak çıkıyor insanların karşısına. Çiçekli perdelerin ardına sakladığı gövdesini bir de karanlığa mahkum ediyor. Karanlık onun için bir kaçış yolu adeta. Işıkları yakarsa yaralarının ortaya çıkacağından korkuyor. Dizelerde korku ve hüzün hakim. Her şeyi içinde yaşayan şair gözyaşlarını da saklamayı ihmal etmiyor. Eğer ağlarsa acılı çocukluğuna, annesine, yaşayamadığı sevgiye büyük bir birikmişlikle ağlayacak. Bunu istemiyor. O, bodrum katında yalnızlığıyla beraber yaşayan küçük bir kız çocuğu hâlâ. Kendini plastik vazolara benzetiyor. Plastik, uzun süre kullanılabilen, kırılma ihtimali cama oranla daha düşük olan, kırılsa bile bir keskinliği olmayan maddedir. Şair, plastik vazo örneğiyle dışarıya yansıttığı güçlü kadın portresini yeniden çiziyor. Son dizelerde ise hüzün yerini korkuya bırakmış durumda ancak bu kendine yönelik bir korku değil. 43 numara acımasız ayakların mutlu mesut oyunlar oynayan çocukların üzerine basacağı ve onların zarar göreceği korkusudur bu.
“Gün akşam oldu” diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.
Şairin ilk dizede bahsini geçirdiği “Gün akşam oldu” adlı türkünün sözlerine baktığımızda hüzün ve yalnızlık bizi karşılıyor. Belki de Didem Madak’ın hayatını en iyi anlatan türkü bu. “Ah ettikçe yaşlar gelir gözümden / Kusurumu gördüm kendi özümden / Bir dost bulamadım gün akşam oldu” sözleri onun bu hayattaki yalnızlığını ve bodrum katındaki o evinde sıkışıp kalmışlığını anlatır. Rüyasında gördüğü rengarenk yapbozlarını anlatmak ister ancak kimsenin onu dinlemediğinden, anlaşılamadığından yakınır. Şiirin bu dizelerinin çoğunda yalnızlık hâkimdir. Anlaşılamayan bir kadının kelimeleri karşılar bizi. Yaptığı başarısız evlilik de tetikler içinde bulunduğu buhranlı durumu. Boşandığı eşinden sonra kendini iyiden iyiye yalnız hisseder ve bunu şiirlerinde okura bolca hissettirir.
On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
Bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da “organzm gıcırtıları” oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
“Sofi’nin tercihini” seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir “eşya toplayıcısıyım” bayım.
Şair, annesini çok erken bir zamanda kaybetmenin ona ne hissettirdiğini anlatmış ilk dizelerde. Küçücük yaşta ölüm gibi bir gerçekle yüzleşmiş, gençliğini yaşayamadan yaşlılık evresine adım atmıştır. Protez bacaklarla kadınların mahkum edildiği güzellik algısına bir eleştiri getirmiştir. Kadınların belirli kalıplara kendini hapsederek toplumda ıslık ve alkışlarla var olmasını anlatmaktadır. Sofi’nin Tercihi filmini seçmesi de tesadüf değildir. Filmde, Sophie isimli kahramanın Naziler tarafından yaşadığı zulmü anlatmaktadır ancak bu zülum bir annenin çaresizliği üzerinden anlatılır. Burada yine yazarın annelik kavramına olan zaafı dikkat çekmektedir. Ayrıca sinemaların hizmet ettiği amaçtan iyice uzaklaştığını ancak şairin bundan kaçamadığını anlıyoruz. Kaçamadığı o sinemaların gecesine sığınmış yine. Son dizelerde ise Madak’ın anılarından kopamadığına şahit oluruz. Eşya toplayan antikacılar gibi o hep geçmişte, belki de annesinin yaşadığı o rengarenk çocukluk zamanlarında yaşar.
Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir de kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
Bu dizelerde ise artık ölümü çok yakından hissediyoruz. Madak, gemileri yakıp, her şeyi ardında bırakıp gitmek istiyor. Kendini karabatağa benzetiyor. Onun gibi uzun bir süre ortadan kaybolmak, kendini herkesten ve her şeyden soyutlamak isteyen bir hali var. Ölüm onun için büyük bir sözcük değil çünkü ölümün soğuk yüzüyle çok küçük yaşlarda tanışmak zorunda kalmıştır. Çoğu şiirine hüzün hakim olan şairin kasımpatı çiçeğini seçmiş olması tesadüf değildir. Kasımpatı çiçeğinin renklerine göre birçok anlamı olsa da genellikle melankoliyi ifade eder. Bazı ülkelerde ise kasımpatı ölümü sembolize eder ve bu yüzden cenaze törenlerinde kullanılır. Gül ise aşkı temsil eder. Böylesine iki zıt çiçeğin aynı dizelerde kullanılması şairin aşka bakışını anlatıyor bir nevi. Güllerin bile artık birbiriyle konuşmadığını, onların da kendi dallarına eğildiğini, yalnızlık içinde olduklarını vurguluyor okuyucularına.