Alice B. Sheldon’ın Hugo ve Nebula Ödülü alan eseri “Houston, Houston Duyuyor Musun?“, cinsiyet ve otorite kavramlarının anlamını yitirdiği, ütopik bir dünya düzenini anlatıyor. Bu bilim kurgu klasiğinde, uzayda kaybolan 3 erkek astronotun ataerkil değerlere ters düşen yeni dünyayı büyük bir hayal kırıklığıyla keşfedişine tanık oluyoruz.
Eserlerini James Tiptree, Jr. ismiyle yayınlayan Alice B. Sheldon bu kitabında, feminizm temasını bilim kurgunun sınır tanımayan gücüyle birleştirerek feminist ütopyanın temel metinlerinden biri kabul edilen bu eseri ortaya çıkarıyor.

Güneş’e sefer amacıyla gönderilen ilk araç olma özelliği taşıyan Güneşkuşu uzay gemisi, görev esnasında hasar alır ve bu hasarla dünyaya dönebilmenin mümkün olup olmadığı belli değildir. NASA’nın Houston merkeziyle iletişim kurmak isteyen ekip ne yazık ki mesajlarına cevap alamaz. Zaten bir yıldır görevde olan Binbaşı Dave, Yüzbaşı Bud ve Fizikçi Lorimer umutlarını korumaya çalışırlar ancak bu yolculuğun bir şekilde bitmesi gerektiğinin de farkındadırlar.
Hem yakıtlarının hem de sabırlarının tükenmekte olduğu bir anda telsizden bir kadın sesi yükselir. Uzun konuşmaların sonunda Güneşkuşu ekibi karşılarında Gloria isminde, mürettebatının kadınlardan oluştuğu bir uzay gemisinin olduğunu anlar. Gloria ekibinden, yüz yıllar önce uzayda kaybolduklarını, bir mikro kara deliğe düşüp zamanda 300 yıl ileriye sıçradıklarını öğrenirler. Bu bilgiler karşısında dehşete düşen ekip inanıp inanmamak arasında gitgeller yaşasa da uzayın karanlık boşluğunda kendilerine yardım edebilecek sadece Gloria vardır. Onlara inanmak ve gelen yardım teklifini kabul etmek zorunda kalırlar.
Güneşkuşu ekibi 300 yılda dünyada neler olup bittiğini duyunca ikinci büyük şoklarını geçirirler. Eskiden ataerkil ve büyüklü küçüklü otoritelerce yönetilen dünya artık özgürdür. Devlet başkanları, krallar, kraliçeler ve resmi kurumlar yoktur. Ve de erkekler…
Güneşkuşu’nun uzaya fırlatılmasından kısa süre sonra, dünyada hava yoluyla bulaşan ve üreme hücrelerinde mutasyona sebep olan bir salgın hastalık başlar. İnsanları öldürmese de bebeklerin doğmasına engel olur. Özellikle X kromozomlarına etki eden virüs, erkeklerin neslini kısa sürede tüketir. Nüfus 2 milyona düşer.
Bulaşıcı hastalıktan sonra dünya, yavaş değişen ve çok daha istikrarlı bir gezegen hâline gelir. Beş ana faaliyet alanında herkes sırası geldiğinde çalışır: Besin, iletişim, nakliye, uzay ve bebekler…
Dünyanın yalnızca belli başlı bölgelerinde yerleşim vardır. İnsanlar -sadece kadınlar- huzur içinde yaşar ve görev bilincine kavuşmuş oldukları için herkes kendi payına düşeni yapar. Böylece bir rehbere ya da bir lidere ihtiyaç duymazlar.
Her ne kadar yeni dünyaya ütopik desek de evrendeki son 3 erkek için bu korkunç bir distopyadır. Öyle ki anlatılanlar onlara çoğu zaman gerçek bile gelmez. Erkeksiz bir dünyanın var olabileceğine inanamazlar.
Bu üç astronot Gloria tarafından oldukça kibar karşılanırlar. Ancak ekibin bilmediği önemli bir nokta vardır. Yeni dünya düzenine ayak uyduramayan, yıkımı ve zorbalığı yanında getiren hiçbir astronot dünya biletini alamayacaktır.
“Sizi dünyaya salıvermemiz mümkün değil, sizinki gibi duygusal sorunları olan insanları yerleştirecek yerimiz de yok.”
Dindar bir Hristiyan olan Binbaşı Dave, kadınların kendi toplumlarını yönetebilme becerisine sahip olduğunu düşünmez. Gözlerinin önüne çarpık inancının perdesi düşmüşçesine kadınları hep aşağıda ve aciz yaratıklar olarak görür. Kendilerinin -erkeklerin- kadınlara bir rehber olarak gönderildiklerini ifade eder.
Yüzbaşı Bud’ın gözünde ise kadınlar sadece cinsel anlamda varlıklarını sürdürebilirler. Bir isimleri yoktur, kısaca “piliç” olarak nitelendirir Bud onları. Maskülen, kendini gösterme ve kanıtlama saplantıları olan, tipik bir “alfa” erkeğidir.
Lorimer ise Bud ve Dave’in aksine “beta” olarak görür kendisini. Çekingen ve siniktir. Kendi düşüncesine göre ömrü boyunca tam anlamıyla bir “erkek” olamamıştır. Fiziksel görünüşü de bu savı destekler niteliktedir. İçten içe kadınlar üzerinde bir egemenlik kurmak istese de eylemleriyle bunu göstermez. En büyük arzusu bir gün arkadaşları gibi olabilmektir. Peki bunun için zamanı var mıdır? Gloria kadınlarının testini başarıyla geçebilecek midir?
Bin yıllardır süregelen kadın-erkek karşılaştırmasını başka bir boyuta taşıyan eser, okuyucuya önemli savlar da sunuyor. Bunlardan belki de en ilginci, erkek egemen yönetimlerin savaşlarla ve politik çıkarlarla kolayca gözden çıkardığı dünyayı yine geliştirdikleri teknolojilerle daha iyi bir hâle getirdiklerini iddia etmeleri. Medeniyeti kuranlar aynı zamanda yıkma gücünü de ellerinde sıkı sıkıya tutuyorlar. Bu hikâyede ise acelesi olmayan bir düzenle karşılaşıyoruz. Savaş yok, kaos yok. Geçilmesi gereken rakip devletler yok. Sadece huzur ve barış var. Bu sebeple de teknolojinin ilerleyişi yavaşlamış ancak yaşam kalitesinin üst düzeyde olduğunu görüyoruz.
“Uzun yıllar sükunete hasret kalan ve sonunda buna kavuşan insanlık yeni misafirlerine kucak açabilecek mi? Bu riske niçin, ne pahasına girilmeli, daha doğrusu girilmeli mi?” gibi soruları sorarak tatmin edici finaliyle okurlarının yüzünde tebessüm bırakan eseri her bilim kurgu severe öneriyoruz.