Sanat, tüm dünyanın az çok bilgi sahibi olduğu bir alandır. Açılan sergilerde sergilenen boy boy eserler veya internet ortamında yayınlanan dijital fotoğraflar sanatın yalnızca küçük bir kısmını oluşturur. Sanat, göründüğü kadar kolay mıdır gerçekten? Yapılan bir resim üzerinde kaç yıl uğraşılıyordur? Bu soruları iki sanatçının hayat hikayesiyle cevaplamaya çalışan Zachary Heinzerling yönetmenliğindeki Cutie and the Boxer belgeseli, adeta bir sanat eseri.

Belgeselde, Tokyo’da yaptığı eserlerle ün kazanmış bir sanatçı olan Ushio Shinohara ve sonradan hayatını birleştirdiği sanatçı Cutie‘nin hayatından kesitler sunuluyor. Ushio, Tokyo’dan sonra New York’a giderek sanatını tanıtmak için orada ikamet etmeye başlıyor, sabah erken saatlerde bile şehir trafiğinin olduğu New York sokaklarında dolanarak her gün yüzlerce karton topluyor. Topladığı kartonlarla insanın yaratıcılığını ve düşünce gücünü yansıtıyor bir sanatçı gözünden. Bir gün, bir genç kızla, Cutie, karşılaşıyor. Genç kız, New York’ta yaşayan kendini sanata, resim yapmaya adamış bir birey, eserlerinde boyalarla bambaşka bir iletişim kuruyor. Ushio, bu genç kıza kendisiyle birlikte çalışması için bir sanat atölyesi sunuyor. Cutie ise sanatını tüm dünyaya duyurmak için elinden geleni yapacak olan deneyimsiz ama zeki bir kız, Ushio’nun teklifini kabul ediyor büyük bir zevkle.

Yıllarca beraber çalışıyorlar ve hayatlarını birleştirmeye karar veriyorlar bir gün, kırk yıldan fazla sürecek bir evliliğe adım atıyorlar böylece. Sanatın iki büyük temsilcisi çıkıyor belki de günyüzüne. Cutie, ikamet ettikleri evde, 40 yıllık yaşanmışlığı karikatürlerle tekrar yaşatıyor; çektikleri sıkıntıları, acıları ama ne olursa olsun aralarında bitmeyen o aşkı. Boxer (Ushio) ise 80 yaşında olmasına rağmen boks eldivenlerini geçiriyor eline, sporcu ve sanatçı yönünü birleştirerek yumrukluyor tuvalini boks eldiveninin ucundaki boyaları özgürlüğe kavuşturarak. Aynı zamanda sabah rutinini bozmadan kartonları topluyor ve devasa boyutta sanat eserleri çıkartıyor ortaya. Çizilen bu tabloda her şey çok da güzel görünüyor aslında, nihayetinde iki sanatçı sevdikleri işlerle uğraşıyorlar.

Ancak belgesel aracılığıyla bir kez daha hatırlıyoruz ki bu dünya sanatın ve sanatçının değer görmediği bir yer. İki sanatçı, yaşadıkları evin kirasını zar zor çıkartıyorlar. Tüm yıl boyunca yaratıcılıkları ve el becerilerini birleştirip onlarca eser ortaya atıyorlar fakat, sonuç: açlık. Sanatın değer görmediği bir toplum üzerinde sanatçı olmak açlığa mahkum edilmek. Boxer ise durumlarını şu şekilde sözcüklere döküyor: “Sanattan en çok acı çeken bizleriz.”
Yıllar içinde çeşitli yerlerde sergiler açıyorlar, eserlerini insanlara göstermeye çalışıyorlar, sanatın değer görmediği bir dünyada olsalar da. İnsanın sevdiği işi zekasını, yaratıcılığını, becerilerini kullanarak yapması gerçekten açlığa mahkum edilmek zorunda mıdır? İnsanlar sıkıldıkları, bunaldıkları, yaratıcılıklarının hapsolduğu masa başı işlerde çalışarak mı para kazanırlar ya da kazanmalıdırlar sadece? Yaşadığımız dünyada, sanata verilen önemin gün geçtikçe azalmasıyla birlikte, sanat alanında üreten insanların parıldayan birer yıldızdan paslanmış metallere dönüşümünü görüyoruz. Sadece sanatçılar değil, her bireyin içinde olan o ilham depoları kullanılmadan çöpe atılıyor, neden mi? Gün geçtikçe daha çok sanatsız bir dünyanın kobayları haline dönüştürüldüğümüz için belki de.
IMDb’si 7.2 olan ve iki sanatçının hayatının gerçeklerini gözler önüne seren belgeseli Amazon Prime’dan izleyebilirsiniz.
Kaynak
M. McCredia, Cutie and the Boxer, web. https://www.rogerebert.com/reviews/cutie-and-the-boxer-2013