18 Nisan 1974’te Dorse, Poole, İngiltere’de dünyaya gelen Edgar Wright görsel hikâye anlatımına getirdiği kreatif yaklaşımlar ile modern sinemanın uçarı evlatlarındandır. Sinema tutkusu çocukken izlediği The Good, the Bad and the Ugly, An American Werewolf in London, Evil Dead II, 2001: A Space Odyssey ve Raising Arizona gibi filmlerle yeşermiştir. Edgar Wright’ın sinemasının özünü sevdiği türlerin geleneklerini alt üst edip yeni sinemasal deneyimler yaratması oluşturur.
Bir Auteur Hazırlanıyor
Bournemouth College of Art’ta sinema eğitimi aldıktan sonra yirmi bir yaşındayken çektiği spagetti western parodisi A Fistful of Fingers, İngiliz eleştirmenler tarafından şaşırtıcı derecede beğeni topladı. Düşük bütçesine rağmen ilk uzun metraj filmi ile Edgar Wright, sinemasının temellerini oluşturacak olan yaratıcı hikâye anlatımı ve mizahi zamanlama hususlarındaki yeteneğini gösterme fırsatı buldu.
Edgar Wright tarzının başlangıç noktası sayılan sitcom Spaced 1999 ve 2001 yılları arasında yalnızca iki sezon televizyon ekranlarında yayınlanmış olmasına rağmen içerdiği popüler kültür referansları ve yenilikçi tarzı sayesinde fanlar tarafından benimsendi. Şimdilerde kült olarak kabul gören bu yapım aynı zamanda yıllarca sürecek arkadaşlıkların da başlangıcıydı. Zira dizinin ana karakteri Tim Bisley’yi Simon Pegg ve kaderin cilvesine bakınız ki en yakın arkadaşı Mike Watt’ı da Nick Frost canlandırıyordu. Wright’ın kendine özgü tarzını belirleyen görsel mizah denemeleri için biçilmiş kaftan olan dizi birkaç yıl sonra sinemaya dönecek olan Wright için sağlam bir deneme tahtası görevi gördü.
3 Top Janr Dekonstrüksiyonu, 3’ü de Mizah Soslu
The Three Flavours Cornetto Trilogy tek bir karakteri, hikâyeyi ya da evreni takip etmediğinden alışılageldik manada bir üçleme olmasa da Shaun of the Dead, Hot Fuzz, ve The World’s End filmleri Krzysztof Kieślowsk’un Üç Renk serisine nazire yaparcasına bu isim altında bir araya gelmiştir. Esasen her filmin kendine özgü bir hikâyesi ve de temsil ettiği ayrı bir janr vardır. Edgar Wright tarafından yönetilen filmler; Wright ve Simon Pegg tarafından yazılmış, başrolleri Simon Pegg ve Nick Frost paylaşmıştır. Her film, tonuna ve temasına karşılık gelen farklı bir Cornetto dondurmasını içeren sahne içerir ancak elbette filmleri birbirine bağlayan yegâne şey Cornetto değildir. Filmler boyunca bazen oyuncular bazen espriler bazen de temalar birbirinin devamı niteliğindedir. Ancak hepsinden de ötesi, Edgar Wright sözde üçleme boyunca filmlerin temsil ettikleri janrları paradoksal bir şekilde dekonstrüksiyona uğratır. Hem kalıplaşmış kuralları yıkar hem de klişeleri kullanmaktan çekinmez. Nitekim, şaşırtıcı bir şekilde bu karmaşadan yeni bir şey yaratmayı başarır. Dekonstrüksiyonu sağlarken de mizahı bir nevi eskiyi ve yeniyi birbirinden ayırmak için bir ara madde, bir nevi sos olarak kullanır. Voilà! Buyurunuz dondurmanız hazır.
Shaun of the Dead (2004): Türü Yeniden Tanımlamak
Edgar Wright’in sinema estetiğinin doğuşuna tanıklık eden bu film, basit bir parodiden çok daha fazlasıdır. Shaun of the Dead, zombi janrına duygusal derinlik katmakla kalmayıp yeni bir alt tür (subgenre) yaratmıştır. Shaun (Simon Pegg) zombi salgını başladığında en yakın arkadaşı Ed (Nick Frost) ve kız arkadaşı Liz (Kate Ashfield) başta olmak üzere bir grup insanı şehrin diğer ucundaki Winchester adındaki bir bara ulaştırmaya çalışır. Zombi salgını, Shaun için hayatına çeki düzen vermesi adına atlatılması gereken kişisel bir eşik mecazı sunar ve Shaun filmin sonunda amaçsız tembelden alışılmadık bir kahramana dönüşür. Velhasıl, Shaun of the Dead klasik zombi filmlerine saygı gösterirken aynı zamanda türün geleneklerini alt üst eder. Bu sayede Wright görünüşte abartılı bir türü, taze ve unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştürmüş olur.
Hot Fuzz (2007): İkili Polis Sinemasını Hicvetmek
Edgar Wright’ın çocukluğunu geçirdiği kırsalda çekilen filmde başarılı polis memuru Nicholas Angel (Simon Pegg) ve iyi niyetli ama beceriksiz polis memuru Danny Butterman (Nick Frost)’ın, Sanford adlı köyün karanlık sırlarını ortaya çıkarışını izleriz. Wright aksiyon filmlerinde rastladığımız abartılı suç senaryolarını köy yaşamının tuhaflığıyla bir araya getirerek ideal toplum eleştirisi sunmaktadır. Hott Fuzz, aksiyon filmlerinin geleneklerini açıkça hicvederken abartılı aksiyon sekanslarıyla türün geleneklerini tüm kalbiyle kucaklayarak ikili polis janrını dekonstrüksiyona uğratır.
The World’s End (2013): Üçleme de Dahil Her Şeyin Sonu
Cornette Üçlemesi’nin son halkası ismini geçmişe saplanıp kalmış Garry King (Simon Pegg), ve arkadaşlarının çıktıkları destansı bar gezintisinin son durağı olan aynı adlı bardan ve uzaylı istilasının dünyanın sonunu getirmiş olmasından alır. Yıllardır görüşmeyen arkadaş grubu gençliklerinde deneyip yarım bıraktıkları bu geziyi tamamlamak için bir araya gelir. Ancak uzaylı istilası çoktan başlamıştır ve “Dünya’nın Sonu” her manada çok yakındır. Haliyle filmin ismi karakterlerin nihai son arayışına atıfta bulunur. Dünya tam anlamıyla sona ererken hem içsel hem dışsal çatışmalarıyla yüzleşmeleri de gerekmektedir. Bu sayede Edgar Wright; Gary üzerinden arkadaşlık, büyüme, değişimin kaçınılmazlığı konuları ve bir zamanlar bizi tanımlayan şeyle bağımızı kaybetme korkusu üzerine dokunaklı bir hikâye anlatır. Sıradan ve fantastik unsurların bir araya gelişi, anlatının ağır temaları ele alırken mizahla dengelenmesine ve hakiki bir Edgar Wright filmi olmasına olanak tanır.
Scott Pilgrim vs. the World (2010): Janr Festivali ya da Janrsızlık
Bryan Lee O’Malley‘in aynı adlı çizgi romanının adaptasyonunda Scott Pilgrim (Michael Cera)’in âşık olduğu esrarengiz asıl kız Ramona Flowers’a (Mary Elizabeth Winstead) kavuşabilmek için yedi kötü eski sevgiliyi bir dizi abartılı savaşta yeniden pataklaması gerekiyor. Edgar Wright, çizgi romandan birebir kareler alarak filme çizgi roman estetiği getirir. Ayrıca genç olmanın getirdiği heyecanı ve âşık olmakla birlikte gelen mücadelelerin abartılı halini filmde vermeyi başararak kaynak materyalin özünü yakalamayı başarır. Wright’ın alamet-i farikasını ise çizgi romandaki hikâyenin yapısıyla oynamasında görüyoruz. Filmin anlatı yapısı her eski sevgiliyle olan düelloyu aşılması gereken bir oyun seviyesi hatta Boss Fight şeklinde vererek (Scott her dövüşten sonra altın kazanır) video oyunu ilerleyişini yansıtır. Haliyle, anlatıdaki ve görsel estetikteki yenilikler Edgar Wright’ın benzersiz bir sinema dili ortaya çıkarmasını sağlar. Öyle ki pek çok janrın bir araya gelişiyle oluşturulan bu benzersiz dil filmin janrasının belirsizliğine hatta belki de janrasız bir film oluşuna sebebiyet verir.
Baby Driver (2017): Soygun Senfonisi
Müziğin aksiyon ya da aksiyonun müzik demek olduğu bu filmin fikri Edgar Wright’ın Jon Spencer’ın Orange albümünün Bellbottoms şarkısını bir aksiyon sekansına yakıştırmasından çıkmış. İlk sahnede kullanılan bu şarkı hariç Queen’in Brighton Rock’ı gibi pek çok hit parça da filmde aksiyon sahnelerine eşlik ediyor. Basit bir müzik seçkisi olmaktan çok filmin müzikleri anlatının omurgasını oluşturuyor. Yetenekli bir kaçış şoförü olan Baby (Ansel Elgort) çocukluğundan beri kulak çınlamasından muzdarip olduğundan dolayı çınlamayı bastırmak için sürekli müzik dinler. Yani müzik bir arka plan ögesi olmaktan çok anlatının ayrılmaz bir parçasıdır. Baby’nin duruma göre seçtiği şarkılar hem kendi karakterini ortaya çıkarır hem de aksiyonun seyrini belirler. Baby Driver, Baby’nin suç dünyasından kurtulma ve Debora (Lily James) ile yeni bir hayat kurma arzusunu filmin aksiyonuyla harmanlayarak klasik soygun anlatısını müzikalle birleştirir ve öngörülemez bir dekonstrüksiyon örneği sunar.
Last Night in Soho (2021): Nostalji Kâbusu
Edgar Wright’ın filmografisinin şimdilik son filmi Last Night in Soho psikolojik korku janrının yenilikçi bir yorumu. 1960’ların kültürüne aşık moda tasarımcısı Eloise (Thomasin McKenzie) yeni taşındığı apartmanda rüyalarında geçmişi deneyimleyebildiğini keşfeder ve 1960’larda Soho’da şarkıcı olmaya çabalayan Sandie (Anya Taylor-Joy) ile bağlantı kurar. Filmde bu noktadan sonra iki ayrı zaman periyodu birlikte akmaya başlar. Zamanlar arasındaki sınırlar bulanıklaşmaya başlayınca filmin anlatısı uğursuz bir hal alarak travma ve saplantının tüyler ürpertici atmosferinde bilinmezliğe sürüklenir.