Sinema, bize sadece görsel keyif sunan bir sanat değil, aynı zamanda zihinsel bir jimnastiktir. İyi bir film, bizi düşünmeye, analiz etmeye ve hatta kendi hayatlarımızla ilgili sorular sormaya teşvik eder.
Yaşamımız içinde beklenmedik olaylar, bizi hazırlıksız yakalayan, şaşkına çeviren durumlar yaşamayı bir çoğumuz sevmeyiz. Ama filmlerde yaşanan bu durum, yani bizi izlerken ters köşeye yatıran olaylar eminim hepimize keyif verir ve ters köşe filmler bu deneyimi bir üst seviyeye taşır. Beklenmedik olaylarla dolu senaryoları, karmaşık karakterleri ve şaşırtıcı finaliyle bu filmler, izleyenler için unutulmaz bir deneyim sunar.
Şimdi eğer hazırsanız, sinema dünyasının büyük sürprizleriyle dolu (belki biraz da spoiler dolu) bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?
The Prestige

2006 yapımı The Prestige, ters köşe filmlerin en başarılı örneklerinden biri olarak listemizdeki ilk sırada yerini alıyor. Christopher Nolan dendiğinde zaten karmaşık ve twistlerle dolu bir film beklemek çok olağan bir durum artık. Ben genelde Nolan filmlerini izledikten sonra nerden aklına geldi bunlar be adam şeklinde düşünürken kendimi buluyorum. Kardeşi Jonathan Nolan’la birlikte senaryosunun yazdığı The Prestige’i izledikten sonra da aynı şekilde düşünceler aklıma karıştı. Christian Bale, Huge Jackman ve Scarlett Johansson’ın başrollerinde oynadığı filmde oyunculuklar da takdire şayan…
Filmin kısaca konusuna gelecek olursak, 19. yüzyılın sonlarında Londra’da geçen, iki yetenekli sihirbazın rekabetini konu alan bir film. Robert Angier ve Alfred Borden adlı bu iki sihirbaz, birbirlerine karşı derin bir düşmanlık beslerler. Bu düşmanlığın kökeninde ise bir sahne kazası sırasında yaşanan bir trajedi ve birbirlerini suçlamaları yatar. İki sihirbaz da birbirini geçmek ve en iyi olmak için çılgın deneyler yaparlar. Bu deneyler, onları zaman yolculuğu, klonlama gibi bilim kurgu unsurlarına yöneltir. Filmin ilerleyen bölümlerinde bu sihirbazların gösterileri sırasında kullanılan hileleri çözmeye çalışırken, aynı zamanda onların karmaşık psikolojilerini de anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi. Ve artık filmin sonlarına doğru olaylar birbir çözülmeye başlarken öyle oyunlar ve durumlarla karşılaşıyoruz ki film bizi bir o köşeye bir bu köşeye ters yatırıp duruyor.
Eğer hala bu filmi izlemediyseniz ya da hala listenizde bi yerlerde duruyorsa mutlaka en kısa zamanda bir fırsat verin ve keyfinize keyif katın. Kısa bir dipnot olarak da David Bowie’nin Nikola Tesla rolünde karşımıza çıkması da filme kalbimizi bırakmamıza sebep oluyor.
The Game

David Fincher‘ın yönetmenliğini yaptığı 1997 yapımı bir gerilim filmi olan The Game’in başrolünde Michael Douglas yer alıyor. Douglas’ın canlandırdığı Van Orton karakteri zekâsı ve insanları manipüle yetisi yüksek, tüm kontrolün elinde olmasına gayret eden, tehlikeden uzak yaşayan, mükemmeliyetçi, milyoner bir iş adamıdır. Filmde geçen “Her şeye sahip bir insana ne hediye edebilirsiniz?” repliğiyle beraber başlayan film, uzun süredir kardeşini görmeyen Nicholas Van Orton doğum gününde kardeşinin çağırdığı yemeğe katılıyor ve orada kardeşi Nicholas Van Orton’ın hayatını sıkıcı bulduğu için ona hayatını değiştireceğini iddia ettiği hediyeyi veriyor: Gizemli bir oyun. Bu oyun, Nicholas’ın hayatının her alanına sızmaya başlar ve kontrolü elinden almaya çalışır. Başlangıçta eğlenceli görünen bu oyun, zamanla Nicholas için bir kabusa dönüşür. Oyunun kuralları belirsizdir ve Nicholas, gerçek ile oyun arasındaki çizgiyi giderek daha fazla kaybeder.
Bizi paranoyalar içinde bırakan The Game, hayatının kontrolünü yavaş yavaş elinden kaybetmeye başlayan Van Orton karakteriyle birlikte izleyenin de elinden kontrolü alıyor ve ne gerçek ne oyun çözmemizi nerdeyse imkansız hale getiriyor. Başlığımızdan da anlaşılacağı üzere ters köşe finaliyle bizi koltuklarımıza bağlayan filmin seyir zevki oldukça yüksek ve eminim izlerken olayları takip etmekten telefonunuzu elinize almak aklınıza bile gelmeyecek.
The Skin I Live In

The Skin I Live In, Pedro Almodóvar‘ın yönettiği, 2011 yapımı psikolojik gerilim türündeki bir film. Film, bir araba kazasında tüm derisi yanan eşini kaybetmenin acısını yaşayan bir plastik cerrahın, yeni bir deri yaratma obsesyonunu ve bu obsesyonun onu karanlık bir dünyaya sürüklemesini konu alıyor. Antonio Banderas’ın başrolünde oynadığı filmde karısının kaybından sonra kızıyla ilgili yaşadığı travmatik olayın ardından intikam duygusu ve takıntılı olduğu yeni deri yaratma arzusuyla yalnızca kendi hayatıyla değil başkalarının hayatıyla da büyük oyunlar oynuyor. Bu süreçte, kızına tecavüz ettiğini düşündüğü bir adamı kaçırır ve onu çeşitli deneylere tabi tutarak, üzerinde yeni derisini denemek için bir kobay olarak kullanır. Zamanla, bu adamın kimliği ve geçmişi ile ilgili şok edici gerçeklerle yüzleşir.
Almodóvar sinemasının başarılı örneklerinden biri olan Skin I Live In, bu çılgın bilim adamının Tanrı kompleksini bize izletirken hem psikolojik, hem de fiziksel olarak nasıl bir yıkıcılığa doğru sürüklendiğini finalindeki ters köşeyle de gözler önüne seriyor.
The Mist

Stephen King‘in aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan 2007 yapımı bir bilim kurgu – korku filmi olan The Mist, küçük bir kasabayı saran gizemli bir sisin ardından yaşanan olayları konu alır. Şiddetli bir fırtınanın ardından kasabayı kaplayan yoğun sis, kısa sürede herkesi paniğe sürükler. Bu sisin içinde, insanları avlayan, yok eden ve hatta insanları kuluçka olarak kullanan ürkütücü yaratıklar barındırmaktadır. Bir grup insan, süpermarkette sığınmak zorunda kalır. Dışarıdaki tehlikelerden korunmak için kaldıkları markette, insanlar arasında gerilim ve güvensizlik artmaya başlar. Kısıtlı kaynaklar, farklı inançlar ve artan korku, insan doğasının en karanlık yönlerini ortaya çıkarır. Film boyunca hem insanların kendi arasında hem de dışarıdaki yaratıkların belirsizliğiyle yaşanan hayat savaşı bizi gerim gerim gererken aynı zamanda başıma böyle bir şey gelse ben ne yapardım diye de düşündürüyor.
Büyük bir ters köşeye sahip finaliyle film bizi yerimize çiviliyor. Kitaplarının ve öykülerinin filmlerinden pek hoşlanmadığını sıkça duyduğumuz Stephen King, The Mist filminin sonunu oldukça sevdiğini söylemiş, “şimdiye kadar görmüş olduğum en şok edici son” olarak nitelendirmiş, hatta öyküsünü kendisi de bu şekilde bitirmiş olmayı dilediğini de belirtmiştir.
Oldboy

Oldboy, Güney Kore sinemasının en kült klasiklerinden biri olarak kabul edilen, Park Chan-wook yönetmenliğinde çekilen bir neo-noir gerilim filmidir. Başladığı andan itibaren yarattığı merak duygusuyla bizi içine çeken film bir intikam filmi olmasının yanı sıra sonunda yarattığı ters köşeyle başımızdan aşağı kaynar sular dökmeyi başarıyor. Kısaca filmin konusuna gelecek olursak, Min-sik Choi‘nin hayat verdiği Oh Dae-su, kaçırılır ve gizemli bir odaya hapsedilir. Penceresiz, tek odalı bu hapishanede yıllarca yalnız başına tutulur. Hiçbir sebep gösterilmeden, sadece bir televizyon ve bol miktarda soju ile hayatını sürdürür. 15 yıl sonra aniden serbest bırakılır ve kendisini bekleyen acımasız bir dünyayla karşılaşır. İntikam almak için harekete geçen Dae-su, geçmişiyle ilgili sırları ortaya çıkarmak zorunda kalır. Özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden başrolümüz aslında hala bir oyunun bir deneyin parçası olduğunu geç de olsa fark ediyor.
Chan-wook’un yakın çekim teknikleriyle karakterlerin ruh hallerini içimize kadar işleten film bazı sahneleriyle olayları bize adeta yaşatıyor. Ters köşe filmlerin babalarından biri olduğunu düşündüğüm bu kült film intikam, hafıza, kimlik ve şiddet gibi evrensel temaları işleyen, sürükleyici ve düşündürücü bir film. Eğer psikolojik gerilim ve neo-noir türlerini seviyorsanız, Oldboy‘u kesinlikle izlemelisiniz.
Saw

Saw filmleri serilerinin en azından bir filmini izlememiş kimse pek yoktur çevremizde diye düşünüyorum. Ters köşe filmler deyince de bu serinin ilk filminden bahsetmesek olmazdı. Serinin bütün filmleri kendi içinde bir ters köşe barındırsa da en şok edicisi birinci filmin sonunda yaşanan olaydır bence.
Film birbirini tanımayan iki adamın pis bir banyoda zincirlenmiş, odanın ortasında başından vurulmuş ölü bir adamla birlikte uyanmaları ve neden, nasıl bu duruma geldiklerini, nasıl kurtulacaklarını anlamaya çalışırken kendilerini ölümcül ve acılı bir oyunun içinde bulmalarıyla başlıyor. İzlerken bizi gerilim içinde bırakan ve insanın hayatta kalma dürtüsünün insana neler yaptırabileceğini gösteren Saw psikolojik gerilim türünün ve bu tarz filmlerin en çok akla gelenlerinden biri olarak yerini alıyor.
Atonement

Keira Knightley, James McAvoy ve Saoirse Ronan’ın başrollerini paylaştığı 2007 yapımı Atonement filmi, İngiliz yazar Ian McEwan tarafından yazılmış 2001 tarihli bir üstkurmaca romanın uyarlamasıdır. 1930’ların İngiltere’sinde geçen, bir kız kardeşin yanlış bir suçlama yapması sonucu ailesinin hayatının altüst olması ve bu olayın yıllar sonraki etkilerini konu alıyor.Genç bir kız olan Briony Tallis, yazlık evlerinde yaşanan bir olayda yanlış bir şahitlik yapar. Bu asılsız suçlama, Robbie’nin hayatını mahveder ve iki aşığın kaderini değiştirir. Robbie, haksız yere tutuklanır ve cepheye gönderilir. Cecilia ise ailesinin baskısıyla başka biriyle evlenir. Yıllar sonra, II. Dünya Savaşı’nın ortasında, Briony hemşire olarak görev yaparken yaptığı hatanın farkına varır ve vicdan azabı çekmeye başlar. Roman yazarı olan Briony, geçmişte yaptığı hatayı düzeltmek ve Robbie ile Cecilia’nın aşk hikayesine yeniden şekil vermek için bir roman yazmaya karar verir.
Görüntü yönetmeninin başarısıyla, müzikleriyle ve Keira Knightley’nin ikonikleşen yeşil elbisesiyle hafızalara kazınan film ikinci dünya savaşının yıkıcı etkisini de bu hüzünlü aşk hikayesiyle birlikte bize aktarıyor. İzlerken Saoirse Ronan’ın canlandırdığı karaktere duyacağınız nefretle birlikte film sonunda gözyaşlarına boğan bir ters köşeyle romandan farklı bir son sunuyor.
Orphan

Türkçeye ‘Evdeki Düşman’ olarak acaba neden bu kadar belirtme gereği duyuldu diye düşündüren ama bir şekilde çevrilen Orphan filmi 2009 yapımı korku/gerilim türünde bir filmdir.Doğmamış bebeklerini kaybeden Kate ve John, hayatlarına yeniden bir anlam katmak için bir çocuk evlat edinmeye karar verirler. Bir yetimhaneden Esther adında sevimli ve zeki görünen bir kız çocuğu seçerler. Ancak Esther, ilk bakışta göründüğü gibi masum bir çocuk değildir ve film kızın geçmişiyle ilgili bazı şüpheler duyan Kate, Esther’ın karanlık sırları içinde hayatlarını kurtarmaya çalışmasını anlatıyor.
Senaryo bakımından zayıf bir film olsa da tahmin edilmez bir ters köşeye sahip ve gerilim keyfi yüksek bir film olan Orphan listemizde yerini almayı başarıyor.
Knives Out

Knives Out, Agatha Christie tarzı klasik bir dedektif hikayesini modern bir şekilde yeniden yorumlayan, zekice yazılmış bir cinayet gizemi filmidir. Film, zengin bir yazarın ölümünün ardından toplanan ailenin içindeki gerilimi ve ünlü dedektif Benoit Blanc‘ın bu karmaşık cinayet olayını çözmeye çalışmasını konu alır.
Ünlü bir roman yazarı olan Harlan Thrombey, doğum gününden bir gün sonra ölü bulunur. Harlan’ın mirasını alacak olan aile üyeleri, her biri kendi sırlarını saklamaktadır. Dedektif Blanc, bu şüpheli karakterlerin arasında dolaşırken, aile içindeki gerginliği ve geçmişteki sırları ortaya çıkarır. Film, beklenmedik twistlerle dolu, sürükleyici bir senaryoya sahip. İzleyici olarak bize, sürekli olarak gerçek katili kim olduğuna dair yeni teoriler ürettirirken, aynı zamanda karakterlerin karmaşık ilişkilerini de çözmeye çalışıyoruz. Knives Out, hem zeka dolu bir cinayet gizemi arayanlar hem de eğlenceli bir film izlemek isteyenler için ideal bir seçenek olacaktır.. Film, sürprizlerle dolu senaryosu, başarılı oyunculukları ve akıcı anlatımıyla izleyiciyi başından sonuna kadar kendine bağlıyor.
Forgotten

Forgotten, 2017 yılı Güney Kore yapımı gerilim dolu bir Netflix filmi. Film, bir ailenin başına gelen beklenmedik olaylar ve kaybolan bir kardeşin geri dönüşüyle başlayan karmaşık bir hikayeyi anlatan film ilk dakikalarından itibaren bizi ekran başına kitliyor. Jin Seok adında genç bir adam, abisi Yoo Seok‘a hayrandır. Ancak bir gün abisi ortadan kaybolur ve 19 gün sonra geri döner. Fakat geri dönen kişi, hatırladığı abisi değildir. Yoo Seok, yaşadığı 19 günü hatırlamamakta ve sanki bambaşka bir insanmış gibi davranmaktadır.
Jin Seok, abisinin başına gelenlerin ardındaki sırrı çözmek için harekete geçer. Dedektiflerle işbirliği yaparak, abisinin kaçırıldığı zaman diliminde neler olduğunu araştırmaya başlar. Ancak araştırması, beklenmedik sonuçlar doğurur ve Jin Seok, kendi ailesi hakkında bildiği her şeyi sorgulamaya başlar. Konu olarak da işleniş bakımından da orijinal bir hikayeye sahip film ilerleyen dakikalarında gerçekten de beklenmedik twistlerle bize ne olduğumuzu şaşırtıyor. Kore filmlerine karşı önyargınız varsa bile bu filme bir şans vermelisiniz bence.
Incendies

Son olarak bana göre ters köşe filmlerin birincisi olarak beni en çok şaşırtan sona sahip film olan Incendies’ten bahsetmezsem büyük haksızlık etmiş olacağımı düşünüyorum. Başarılı yönetmen Denis Villeneuve imzalı, 2010 yapımı filmimiz Kanadalı-Fransız ortak yapımı, oldukça etkileyici ve duygusal bir drama filmidir. Film, savaşın ve geçmişin yaralarının bir aileyi nasıl derinden etkilediğini anlatıyor. İki kardeş, annesinin ölümü üzerine, Lübnan iç savaşı zamanında tanışan ve orada yaşadığı söylenen babalarını ve kardeşlerini bulmak için annelerinin onlara bıraktığı vasiyet mektubunu takip ederler. Bu mektup, kardeşlerin kökenlerini ve ailelerinin karmaşık geçmişini ortaya çıkarır. Annenin gizemli geçmişi, kardeşleri beklenmedik sırlarla dolu bir yolculuğa çıkarır.
Film boyunca boyunca boğazımıza bir yumru gibi oturan olay örgüsü filmin sonundaki “1+1’in cevabı 1 eder mi?” sorusuyla çözülerek bizi şoka uğratıyor. Radiohead’in You And Whose Army? şarkısıyla harika bir açılış sahnesine sahip bir film aynı zamanda. Daha fazla spoiler vermeden eğer izlemediyseniz bu filme mutlaka bir şans vermelisiniz.
Kaynakça
“Kazanmak İçin Ne Kadar İleri Gidebilirsin?: The Prestige Film İncelemesi”.03.09.2024.Web
“The Game Film İncelemesi”.03.09.2024.Web
Öne Çıkan Görsel Kaynakça: Pinterest