Yazar ve psikiyatrist Engin Geçtan, iki bölüme ayırdığı Varoluş ve Psikiyatri‘de kitabın önsözünde belirttiği gibi “bir ‘süreç’ olarak insanı anlatmak” amacıyla ona “varoluşçu psikiyatri” açısından yaklaşıyor. Kitap “Psikiyatri, Psikanaliz, Psikoterapi Vesaire” ve “Varolmak Ya Da Olamamak” adlı iki bölümden oluşuyor. Bölümlerinde klinik çalışmalarının izlerinin, italik yazıyla yazılmış kendi yaşamından anılarının ve bazı alıntılardan satırların paylaşıldığı kitaptan alıntıları derledik. İyi okumalar!
Yazarın Hayat ve İnsan Olmak kitaplarının alıntı yazılarına buradaki linklerden ulaşabilirsiniz: https://www.soylentidergi.com/engin-gectan-hayat-14-alinti/ ve https://www.soylentidergi.com/engin-gectan-insan-olmak-10-alinti/
1.“Ama bir insanı tanımak, onunla aramızda oluşan ‘bağı’ yaşamaktır. Çözümlenmesi gereken birtakım verilere indirgediğimizde ya da çevresinden gelen birtakım etkilerle biçimlenen bir kil parçası gibi değerlendirdiğimizde, insan denen varlığı da yok etmiş oluruz.” (sf. 41)
2.“İnsan doğmuş olduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu , anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Ancak, birçok insan bu kaygıyı yaşamamak için kolektif tepkiler ve tutumlar içinde eriyip yok olmayı seçer. Ölüm varolmamanın en somut biçimidir, ama günümüz konformizmine kapılıp yok olmaya gelememe de bunun sık gözlemlenen bir başka biçimi: varolamayarak yaşamak.” (sf. 43)
3.“Ölüm korkusu kişiyi yaşama çabasına güdüler, yaşam korkusu ise bu çabaların ketlenmesine neden olur. İnsanın temel çatışması da bu kutuplaşmadan doğar. Ancak Rank’ın tanımladığı korku yapıcı bir güçtür ve psikanalitik ekollerin önemle üzerinde durduğu anksiyete duygusundan farklıdır. Rank’e göre insanın ve bu arada psikoterapinin de ulaşmak istediği amaç, ayrılma ve birleşme eğilimlerini yapıcı ve yaratıcı bir biçimde bütünleştirebilmektir.” (sf.46)
4.“Çağdaş insan, kendi dünyasına yabancılaşmanın yanı sıra, kendi dünyası içinde de tutsak durumundadır. Bu nedenledir ki kopukluk, ilişkisizlik, yabancılaşma ve duygusal donukluk yaşayan ya da sorunlarını mantıksal formüllerle ve entelektüelizasyonla kapatmaya çalışan insanların sayısı giderek artmakta. Hatta belki çoğumuz böyleyiz.” (sf. 48)
5. “Geçmişi mekanik bir biçimde değerlendirmek bir yanılgıdır. Çünkü geçmiş, şimdiki zamandan bağımsız olarak vaktiyle yaşanmış olan bazı olaylar topluluğunun depolandığı statik bir yer değildir. Tam karşıtı olarak geçmiş, yaşanmak üzere olan andaki gerçeğimize göre, ‘kabul edilmiş geçmişimiz’in içinden o anda seçilivermiş olaylardır.” (sf. 50)
6. “Günlük yaşamdaki önemli olaylar kelimelerin arasındaki sessizlik üzerine inşa edilir. Bir insanla konuşurken onun içten olup olmadığını bu aralıkta değerlendirir, kararlarımızın çoğunu bu kısa sessizlikte oluştururuz.” (sf. 65)
7. “İnsan, varoluşunu gerçekleştirebildiği bir yaşantısı sona erdiğinde bir başka yaşantıya geçer. Varolabilmek yerine olması gerekenin yaşandığı, dolayısıyla çevreyle bütünleşmiş bir birliktelik yerine seyirci olarak katılınan durumların ardından insanlar bir başka yaşantıya geçemez ve yaşamamız olmanın ağırlığını bir sonraki geleceğe taşırlar. Bu nedenle kendimizi varedemediğimiz beraberliklerin ardından o beraberlikte olanları irdeler ve yargılarız.” (sf. 68)
8. “İnsanın kendi varoluşunu algılayabilmesine giden yol, sanıyorum, öncelikle kişinin kendisini nasıl varedemediğini yakalayabilmesi ve görebilmesiyle açılmaya başlıyor. Bence çoğu insanın bir şeyler ‘yaparak’ varolabileceğine inanmış olması bu yolun açılmasını engelliyor. Çünkü ‘olmak’ ‘yapmak’tan önce gelir. Varolamadan yaptıklarımız kendimizden doğamaz. Varolabildiği anlarda insan, en başından yaptığı seçimler doğrultusunda hareket edebilmeye başlar. Kuşkusuz, bazı kararlarımızı, ‘Bunu şu amaçla yapıyorum,’ diyerek veriyoruz. Ama bunlar genellikle üst sistemlerin kendimize yansıttığımız beklentileri doğrultusunda verilmiş kararlar oluyor.” (sf. 72)
9. “Kendini ortaya koymasının karşı taraf üzerindeki etkilerini hissetmek kişinin kendi kimliğini daha yoğun algılamasına neden olur. Bu, insanın kendi dünyasını bir başkasının bakış açısına ışık tuttuğunda yaşanan bir olgudur.” (sf. 95)
10. “Bir psikoterapistin odasında ne zaman ne olacağı önceden kestirebilmek mümkün değildir, yaşamın özünde olduğu gibi. Böyle bir alanda ustalaşıyor olmak, yalnızca iyi bir hazırlık yapılmış olduğu anlamını taşır. Üzerinde daha rahat hareket edilebilen bir temel oluşturma hazırlığı. Ama hareket sona ermez, insan fiziksel ya da zihinsel olarak bir ‘duruma’ dönüşmediği sürece. Çünkü insanın insanı anlamaya çalışması sonu olmayan bir yolculuk gibidir. Tabii kendini ve insan türünü kavramlaştırıp paketleyerek rafa kaldırmaya çalışmadıkça.” (sf. 117)
11. “İnsan, dünyadaki her şeyin olduğundan başka bir şey de olabileceğini fark ettiğinde, dünyanın kendisine anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin mümkün olmadığını anlamaya başlıyor. O zaman da, yaşamına anlam katma ihtiyacında olan insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam bulabileceği sorusuyla baş başa kalıyor. Çoğu insanın zaman zaman yaşadığı boşluk duygusundan farklı, oldukça sürekli bir yaşantı bu.” (sf.135)
12. “İnsan ancak bir başka ‘insana ya da anlama doğru’ kendini aşabilir. Sevgi de bir diğer insana onun kendi dünyası içine ulaşabilmeyi içerir.” (sf. 137)
13. “İsteklerini ve arzularını algılayamamanın yarattığı boşluk, insanların kendilerini güçsüz hissetmelerine neden oluyor. Bunun sonucu insanlar, kendi yaşamlarına yön verebileceklerine ve çevreleri üzerinde etkili olabileceklerine inanmaz oluyorlar.” (sf. 139)
14. “Yalnız kalmamak için başkalarıyla beraber olma gereği, birçok insanın gerçekten seçmedikleri insanlarla birlikte olmalarına neden olurken, insan Andre Gide’in sözlerini hatırlıyor: ‘Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar.” (sf. 141)
15. “Pazarlamacı ilişkiler sisteminde, insan amacına ulaştıkça daha çok boşluğa düşer. Çünkü önemli olan, varoluş alanımızın ne kadar geniş olduğu değil, onun nasıl doldurulduğudur. Kendimizi satışa çıkardığımız oranda yaşadığımız öfke ve düşmanlık, ne denli bilincimizin dışına itersek itelim yine de davranışlarımızı yönlendirir. Anlaşılabilme umudumuzu yitirdikçe daha çok beğeni toplamak için çabalarız. Sevilebilmek umuduyla bize ait olmayan bir görüntüyle bize sunulan benliğimiz bu kez sevmeyi unutur. Derinlere itmeye çalıştığımız öfke ve düşmanlığı, sevilmeden sevmemekte direnerek maskelemeye çalışırız.” (sf. 142)
16. “Kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak kabul edilmeyen bir çocuk, ilerki yaşamında kendi gerçeğinde algılamakta güçlük çeker ve dünya içindeki yerini ‘gerçeğine göre’ değil, süperegosunun doğrularına göre seçer. Egonun kendi gerçeğini fark edip yaşamayı öğrenebilmesi için bir başka ego ile işbirliğine ihtiyacı vardır ve psikoterapistin görevi bu işbirliğini sağlayacak ortamı yaratabilmektir.” (sf. 148)
17. “Geleceği güvence altına alma etkisinin altındaki insan, içinde bulunduğu zamanı yaşayamadığını göremez. Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma gerçeği yatar. İçinde bulunulan zamanın yaşanamamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısmarlamaya çalışarak yaşamını tüketir.” (sf. 154)
18. “Şişmiş benlik imgesine uygun davranışları çevresinde bulamadığı için, narsistik kişi, kendisini sürekli küçük düşmüş hisseder. Bu duygu egonun daha çok şişmesine neden olur. Dolayısıyla Horney, insanın kendisini sevmesi ve onaylaması ile kişiliğin şişmesi olgularını kesin bir çizgi ile birbirinden ayırır. Narsisizm insanın kendisini sevmesini değil, kendine yabancılaşmasını tanımlar. Bir başka deyişle, insanın kendine ilişkin bu tür yanılgılara saplanıp kalması kendisini kaybetmiş olmasından kaynaklanır. (sf. 163)
19. “Genç insanın yaşama bakışı, orta yaşlı ya da yaşlanmış insanınkinden farklıdır. Genç insan zamanı sınırsızmışçasına algılar. Gençlikten orta yaşa geçiş ise zamanı algılayışımızdaki farklılıkla belirlenir. İnsan kendi yaşamını, ne kadar yaşamış olduğuna göre değil de, ne kadar zamanının kaldığına göre değerlendirdiğinde gençlikten orta yaşa geçmiş olur.” (sf. 184)
20. “İnsan dünyayla birlikte varolabilir ve dünyasından soyutlanmış insan hiçliğe indirgenir. Dünyasıyla bir ‘bağ’ yaşamakta olan insan ‘olmakta olan’ bir varlıktır. Dölyatağındaki varoluşundaki gibi başkalarına ‘bağımlı’ yaşayan insan ise, olmakta olmayı gerçekleştirememenin öfkesini ve boşluğunu yaşar. Bir başka deyişle insan, varoluşunu gerçekleştiremediği oranda çevresiyle bağını da yaşayamaz , bunu yaşayamamaktan ötürü onlara bağımlı bir yaşam sürdürmekte olmanın öfke ve düşmanlığı, bazen onlara bazen de kendine yöneltir.” (sf. 186)
21. “Kimi, beraberlikler içinde dibe çöküp varolamamanın ağırlığını, kimi ise özgürlüğü içinde varolmanın ürkütücü hafifliğini yeğliyor. Bir şeylerden koparsak güvenliğimizi yitireceğimiz korkusu bizi yaşamaktan alıkoyar ve hafifliği dayanılmaz kılar. Aslında bu, insanın kendi yaşamını sürdürmekten korkmasıdır.” (sf. 187)
22.“Dünya anca insanın onu oluşturduğu biçimiyle bir anlam taşır. Kendisine yarattığı bu dünyada, insan kendi yaşamından sorumludur. Yalnızca eylemleri için değil, eyleme dönüştürmedikleri için de. Dolayısıyla yalnızca yaptıklarımızın değil, görmezden geldiklerimizin de sorumluluğu bize aittir.” (sf. 190)
23. “Çatışma her insanın zaten kendi içinde sürekli yaşadığı bir olgu. Üstelik geçmişte insanı etkisi altına almış bazı çatışmalara çözüm getirilemediğinde, insanın kendini tekrar etme olasılığı artar., dolayısıyla evrenselliğe ulaşabilme gücü de sınırlanır.
İnsanın kendisini yaratabilmesinde olduğu gibi.” (sf. 197)
Geçtan, Engin. Varoluş ve Psikiyatri. İstanbul: Metis Yayınları, 2002.