Tam adıyla Mary Wollstonecraft Godwin Shelley 30 Ağustos 1797 yılında İngiltere’de dünyaya geldi. Babası filozof annesi yazardı. Annesi doğumda ölünce babası ile onun ikinci eşi tarafından büyütülmüştür. Babasınında etkisiyle çocukluk yıllarını okuyarak, hikayeler yazarak ve bolca düş kurarak geçirmiştir. 17 yaşına gelince dönemin ünlü şairi Percy Bysshe Shelley’e aşık oldu. Ancak Percy evli bir adamdı ve Mary’nin babası bu durumu olumsuz karşılamıştı. Bunun üzerine Mary üvey kız kardeşi Jane ve Percy ile birlikte Fransa’ya kaçtı. Fakat kısa bir süre sonra İngiltere’ye geri dönmek zorunda kaldılar. Shelley’nin eşi Harriet 1816’da ölünce ikili evlenebildi.
Çok çalkantılı ve zorluklarla dolu bir yaşam süren Shelley öykülerinde esrarengiz olaylara, sıra dışı konulara yer vermiştir. Özellikle ölümsüzlük temasını ustalıkla işlemiş, kendisinden sonra gelen yazarlara ilham kaynağı olmuştur. Ölüm ve ölümsüzlük gibi kavramların Shelley’nin hayal dünyasında esrarengiz kurgulara dönüşmesinin sebebi belki de hayatının ölümlerle dolu olmasıdır. Bunlar hiç görmediği annesinin kaybıyla başlar. Üvey kız kardeşi ile sevgilisi Percy’nin 21 yaşındaki karısının intihar etmeleri de anılarındaki karanlık olaylardandır. Mary Shelley’nin 6 haftalık bebeği ve bir yaşını geçmemiş kızı ile oğlu da hayatını kaybedeceklerdir. Daha sonra otuz yaşındaki eşi ve arkadaşı bir tekne kazasında boğularak ölürler. Kıyıya vuran cesetlerini yakan arkadaşları Percy’nin kalbinin yanmadığını görerek şaşırırlar. Kocasından on dört yıl sonra babası William Godwin’i kaybetmiştir. Mary’i sarsan bir diğer ölüm ise yakın arkadaşları genç yazar Lord Byron‘unkidir.
Shelley’nin eserlerinde ölüm ve ötesi, sonsuzluk, doğa, yaşamın anlamı, iyi kötü teması ağır basar. En önemli ve bilindik eserleri şunlardır; Frankenstein ya da Modern Prometheus, Mathilda, Ölümlü Ölümsüz, Son İnsan.
Mary Shelley’nin hayatı 2018 yılında beyaz perdeye aktarılmıştır. Film, yazarın tutkulu aşk macerasını, zorlu hayatının çatışmalarını ve kült eseri Frankenstein’ın yazım sürecini anlatıyor. Filmin senaristliğini Emma Jensen ile birlikte yapan Haifaa Al-Mansour yönetmenliğini de üstlenmiştir. Filmde Mary’i Elle Fanning canlandırırken, eşi Percy rolunde Douglas Booth oynamıştır. Ayrıca filmde ünlü Game of Thrones dizisindeki Arya Stark rolünden tanıdığımız Maisie Williams yer almıştır.
Frankenstein ya da Modern Prometheus
Mary Shelley 1818’de yazdığı gotik, romantik romanı ve aynı zamanda bilimkurgunun ilk örnekleri arasında sayılan Frankenstein ile tanındı. Uykuyla uyanıklık arasında gördüğü bir düşten esinlenerek kaleme aldığı bu romanı ilk önce kısa öykü olarak tasarladı. Fakat kocasının desteği ve olay örgüsünün genişlemesi sonucu romana dönüştü. Korku romanı olarak da bilinen kitabın baş kahramanı Wictor Frankenstein, özellikle hastalıklara ve ölüme çare olmak amacıyla insanı yeniden yapmayı amaçlıyordu. Mahzen ve mezarlıklardan topladığı ceset parçalarını bir araya getirerek iki buçuk metre boyunda kocaman bir insan bedeni yapar. Galvanizm ve simyanın gücüyle görünüşü insana dehşet veren ve roman boyunca yaratık, canavar, sefil ve o gibi isimlerle hitap edilen varlığı canlandırır.
Galvanizm, tıpta elektrik akımı verilerek dokular üzerinden kasların harekete geçirilerek hastalıkların iyileştirilmesi olayına verilen isim. Bu terim yapmış olduğu deneyler sonucu kas ve sinir hücrelerinin elektrik ürettiğini keşfeden İtalyan fizikçi Luigi Galvani‘nin adından gelmektedir. Galvini elektrikle yaptığı deneylerde ölü kurbağaların bacaklarında kas kasılmalarının gerçekleştiğine tanık olur. Bu tür galvanist deneyleri Luigi’nin yeğeni Giovanni Aldini Londra’da idam edilen bir suçlunun üzerinde denemiş ve adamı yeniden diriltmeye çalışmıştır. Deneye tanık olanlar ölünün yüz kaslarında kasılmalar olduğunu hatta bir gözünün açıldığını görüp dehşete düşmüşlerdir. Mary de bu konulara ilgiliydi. Eserin oluşma sürecinde bu deneylerin etkisi olduğu söylenmektedir.
Roman aslında farklı oldukları için ötekileştirilen, yalnızlaştırılan ve kötülüğe itilen insanların bir nevi anlatımıdır. Aynı zamanda okuyucular tarafından Frankesntein olarak da bilinen yaratık canlandığında gayet iyi huylu, saf ve ilgiye muhtaçtır. Fakat doktor böylesine çirkin bir varlık yaptığı için ondan nefret eder ve kaçar. İnsanlar da onu görünce korkup kaçarlar. İzlediği bir ailedeki sıcak ev ortamını görünce doktordan kendisi için bir eş yapmasını ister. Ancak doktor buna karşı çıkar. Onun duygularını görmezden gelerek önemsemez. Ama bunun sonucunda yaratık öfkelenir ve gerçekten bir canavara dönüşerek doktordan öç almaya çalışır. Bakıldığında yaratık ilk başta bir bebek kadar masumdur. Çevre şartları onu kötü yapmıştır. Tıpkı gerçekte olduğu gibi. İnsanlar da ilk başta günahsız gelirler dünyaya, lakin sonradan bir canavara bile dönüşebilirler.
Frankesntein felsefi bir romandır. Sinemadan tiyatroya, dizilere ve pek çok sanat dalına aktarılmıştır. İlk defa 1910 yılında Searle Dawley tarafından 16 dakikalık bir film olarak uyarlanmıştır. Bu mini filmin oyuncu kadrosu ise şöyledir;
Augustus Phillips – Dr. Victor Frankenstein
Charles Ogle – Canavar
Mary Fuller – Doktorun nişanlısı Elizabeth
Kısa Bir Hikaye ‘Ölümlü Ölümsüz’
Mary, 1833 yılında kaleme aldığı korku türündeki bu fantastik hikayede sevdiği kıza kavuşmak için iksir içip sonsuz yaşamın girdabına giren bir simyacı yardımcısının hayatını konu alıyor. Winzy, tuhaf bir olay yüzünden yardımcıları tarafından terk edilen usta simyacının yanında çalışmak zorunda kalır. Meşhur simyacı Cornelius sonsuz yaşamın kapılarını aralayan iksir için gece gündüz çalışır. Fakat iksirin hazır olacağı gece uykuya dayanamaz ve uyur. Ama öncesinde yardımcısına şöyle der; ” Winzy evladım kaba dokunma, dudaklarını değdirme; bir aşk iksiridir bu, aşkı tedavi etmek için bir iksir ama Bertha’ya olan sevgini dindirmez. Sakın içme!” Ancak Winzy aşkının ilacı olarak gördüğü iksirin büyülü güzelliğine dayanamaz ve içer. İksirin etkisiyle kendinde bir farklılık hisseder. Artık kendisinden kaçan, kibirli fakat güzel Bertha’ya aşık hissetmiyor sanır kendisini. Bertha onun vurgun duymaz tavırlarından, ilgisizliğinden olsa gerek etkilenerek kendisini sıkıcı şatosundan kurtarmasını ve aşkına karşılık vereceğini söyler. Böylece evlenirler. Fakat gel zaman git zaman Bertha yaşlanmaya başlar ancak ilginç olan Winzy hâlâ yirmi yaşında görünüyordur. Bertha onun yaşlanmamasını kıskanmaya başlar. İnsanlar onun efsunlu bir çırak olduğunu düşünürler. Arkadaşları onlardan uzaklaşır ve hiç kimse onların çiftlikten bir şey almaz. Onlarda kimsenin kendilerini tanımadığı bir yere göçer. Bertha yaşlanıp öldüğünde de Winzy iksiri içtiği zamanki görünüşüyle aynıdır. Üç yüzlü yaşlara geldiğinde artık dünyada yalnız başına ölümsüzlüğüne çare arayan mutsuz bir adam olarak yaşamaya devam ediyordur. Düşünceleri karmaşık kurtulması imkansız bir vebaya yakalanmış gibidir. Ve şöyle der:“Fırtınalı denize atılmış dümeni veya pusulası olmayan bir denizci; görünürde bilinen bir yer veya kuzey yıldızı olmadan, büyük bir ormanda kaybolmuş bir yolcu; böyleydim işte, ikisinden de daha kayıp ve umutsuz. Çünkü onları yaklaşan bir gemi veya uzaktaki bir kulübede gördükleri bir ışık kurtarabilir ama benim ölümü ummaktan başka bir yol göstericim yok.”
Ölümsüzlüğün çekici olduğu fakat bir süre sonra sonuçlarının ne denli çekilmez hale geldiğini bu kısa hikayede öylesine dramatik ve şiirsel bir dille okuyoruz ki ölümsüzlüğün cazibesine kapılırken, sonsuzluğun ağır yükü altında ezilmenin korkunç bir şey olduğuna tanık oluyoruz. Belki de doktor Frankesntein’in canavarı canlandığı anda ki gibi iyi bir karaktere sahip olarak kalsaydı ve sonsuza kadar yaşasaydı hayatının tamamını mutsuz, yabancılaşmış ve yalnız hissederek geçirecekti. Tıpkı Zamana Karşı filminde ki yüz yaşında olan ve zamanının tamamını Will Salas‘a verdikten sonra kendisini köprüden aşağı atan adam gibi. Bu filmde de insanlar çılgın bir şey yapmadıkları takdirde ölümsüz olarak kalabiliyorlardı. Winzy’nin hangi yolu seçtiği biraz muamma olarak kalıyor. Ya sonsuz tekdüze bir yaşam ya da kısa ama hayatın tüm renkleri ve güzellikleri içinde geçmiş mutlu anlar. Peki siz hangisini seçerdiniz? Bir ölümlüden tıpkı Frankesntein romanı ve tüm sanat ürünlerinin de olduğu gibi sonsuzluğa bırakılan bu yazıdan umarız keyif almışsınızdır!