? Bu yazı Selene Cabalar tarafından editörün seçimi arasına girdi ?
Sanatçılar, hayal ve düş âlemi ile ilgilendiklerinden dolayı görünür evrenin bilgisine tam olarak sahip olamazlar. Buna rağmen “sanat görüneni yansıtmaz, görünmeyi görünür kılar” der Paul Klee. Sanat eserine bakarız ve o an orada olmayan bir şeyi bize yansıttığını görürüz ya da bir şiiri okuruz ve bu şiirin imgeler yoluyla doğanın en saf hâlini bizlere hissettirdiğini fark ederiz. O hâlde sanat bakıp da göremediğimiz şeyleri bize göstermek için en iyi aynadır.
Gerçekliğe tüm karanlığıyla delik açan şair Baudelaire ile gerçekliğin içinden kara mizah ile geçen Gogol’un eserlerini incelediğimizde dolaysız olarak “yansıtılmış” toplumsal gerçeklik kavramını ne ulaşılabilir ne de bekleyebiliriz. Çünkü bize sunulan gerçeklik her zaman bir dolayım işleminden geçer. Dolayımın, yansımanın inceltilmiş halinden fazlası olmadığı düşünülebilir. Bir sanat eseri dünyayı ancak onu oluşturduğu ölçüde ifade eder. Gerçekliğin hakikatini vurduğu ölçüde, gerçeklik sanat yapıtı aracılığı ile konuştuğu ölçüde bir dünya oluşturur.
Bir sanat eserinde, gerçeklik insana seslenir. Dünyanın gerçekte nasıl göründüğünü anlamak için sanat yapıtları tek başına yeterli olmasa da tamamlayıcı bir araç olabilir diyebiliriz. Bu perspektif ile Gogol’un Nevski Bulvarı’na doğru yönümüzü değiştirdiğimizde ışıl ışıl süzülen bir bulvar görmekteyiz. Gösterişli elbiseleriyle etrafa ışıltı saçan hanımefendiler ve kalantor beyfendiler, arz-ı endam ettiği Petersburg’un en meşhur caddesinin panoramasını çiziyor bizlere. Ancak bu bulvar öyle bir bulvar ki, herkes kendini olduğundan farklı gösterme çabasına bürünmüş. Lüksün, gösterişin ve sınıf ayrımının doruğa ulaştığı bir bulvar Nevski Bulvarı. Daha ilk sayfalarda dönemin havasını içimize çekerken Palto öyküsü ile çaresizliğin doruk noktasına varıyoruz. Gogol bu öykü ile toplumsal normların ipliğini pazara çıkarıyor. Düzenin çarkları arasında sıkışmış bireylerin nasıl ezildiğini gerçekçi bir dille ortaya koyuyor. Sıradan bir yaşam süren Akakiy Akakiyeviç, birden toplumun bireyi dönüştürücü çarkına takılıp mevcut düzenin gücüne boyun eğiyor ve yeni bir paltoya sahip olmak için verdiği mücadelede hayatını kaybediyor.
Petersburg öyküleri dünyanın tüm sabahlarına uyanmak gibi aslında. Dünyanın tüm sabahlarını bir şehirde topluyor Gogol. “Burun” öyküsü ile dünyanın eğlenceli bir yer olduğunu, “Portre” öyküsü ile korkutucu ve “Palto” ile de acımasızlığı görüyoruz. Tüm bu anlatılan olayların yaşanıp yaşanmaması önemli değildir. Sanat yapıtlarının kendine özgü bir dünyası ve gerçeği vardır. Sanatçı, gerçeğe kendi hayal dünyasını ekler, gerçekliği kendi imgelem dünyasında yeniden yoğurur, biçimlendirir ve tanımlar.
Platon ise sanatı ve sanat yapıtlarını mimesis (taklit) olarak düşünür. Ona göre; sanatçı, renkleri ve şekilleri gerçeğin kendisi sandığından ve nedenlerini bilmediği şeyleri asıllarına benzer kıldığından “mış gibi” bir dünyanın mimarı olur. Sanatın topluma sunduğu şey sahte bir gerçeklik, sahte bir bilgi, sahte eylemler ve söylemler yumağıdır diyerek sanatı tam anlamıyla bir yalan olarak görür. Ancak Platon,; sanata episteme açısından yaklaşırken, sanatın kendine göre bir hakikatinin, kendine göre bir güzellik ve gerçeklik yapısının olması gerektiğini göz ardı etmiştir.
Bunalım ve çöküntü çağı olan 19.yüzyıl Avrupa’sında Baudelaire, yaşadığı kentin zamanından ve renklerinden söz etmek için kendini sokaklara atar. Paris’i dinlemeye, hissetmeye ve benimsemeye başlar. Kentin tüm huzursuzluğunu ise onun dizelerinde görür, hissederiz. Ancak kitap boyunca (Paris Sıkıntısı) huzursuzluk maskesinin ardına saklanan Baudelaire’in tek gayesi; ‘bütünlüğünü kaybetmiş kişiliklerin eksik parçalarını güzellik ve tutku ile geri verebilmektir.’ Bir flâneur olarak kentin sokaklarında gezen Baudelaire’in tek derdi bu eksik parçaları bulmak değildir yalnızca.
(Flâneur: Paris sokaklarında doğup büyüyen, Fransızca kökenli bir terim olan flâneur, en kısa tarifiyle “aylak kent gezgini” anlamına gelir.)
“Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun buradadır. Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek. Neyle mi? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iştir. Ama kendinizden geçin” Baudelaire, huzursuzluğu eğlenceye dönüştürmemizi ister bizlerden. İmgenin ön plana çıkması için müziği susturmak, en azından sağırlaştırmak istemiştir. Zaten esin kaynağı çoğunlukla imgeler ve imge değişimleridir.
“Nasıl olur! Renkli camlarınız yok mu?” Dedim ona.
… Yoksul semtlerde dolaşmaya kalkıyorsunuz, ama yaşamı güzel gösterecek camlarınız bile yok! (Kötü Camcı)
Geçip giden bulutlar, saydam bulutlar, bulutların gölgesi, usul usul yürüyen ateş rengi bulutlar, fırtınanın peşinde koşan bulutlar, bulut tüccarı vb. gibi betimlemeler, Baudelaire’in birçok dizesine yansımış. Bu bulutlar belki de şairin kentte bulamadığı ve ulaşmak istediği bir kaçış noktası haline gelmiştir.
-Sevdiğin nedir o halde, garip yabancı? Bulutları severim… şu geçen bulutları… şuradaki… şuradaki… güzelim bulutları! (Yabancı)
Yaşam kaygılarıyla yorulmuş bir ruh için tatlıdır liman. Gökyüzünün genişliği, bulutların oynak mimarisi, denizin değişen rengi, fenerlerin ışığı gözlerin asla bakmaktan yorulmayacağı, gözleri eğlendiren eşsiz bir prizmadır. (Liman)
Sanat hiçbir şeyi doğrudan anlatmaz; göstergeleri, imgelere ve simgelere dönüştürerek anlatır. Düşündüklerimiz ile etrafımızı saran gerçeklik arasında bir mesafe olabilir. İşte bu noktada John Berger, imgelerin gördüğümüz şeylerden çok daha baskın olduğundan bahsediyor. Yani her imgede farklı bir düşünme biçimi vardır. Görme aslında gören ve görülen arasında tek taraflı gerçekleşen bir eylem değildir; insanlar ve imgeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır.
Sanatçı, gerçeğe kendi hayal dünyasını ekler, gerçekliği kendi imgelem dünyasında yeniden yeşertir, besler ve büyütür. Sanat, doğaya katılmış güzellik bilincidir. Sanatın hakikati öznellik, güzellik ve içtenliktir. O, bu özellikler sayesinde kendi doğasına yaklaşır, bu özellikleri yitirdikçe kendi doğasından uzaklaşır. Bir sanat eserinde aslında merak ettiğimiz gerçekliğin ne olduğu değil; sanatçının onu nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, onu nasıl anlamlandırdığı ve nasıl sunduğudur. (Tıpkı Baudelaire’in şeytan, hayat kadını, cehennem, esrar ve şarap imgelerini kullanması gibi.) Toplumun alt kesimine övgüler yağdırırken bile aslında mümkün gerçekliğin hep kıyısındadır şair. “Bu gözlerin karşısında susuzluğumuzdan daha büyük olan bardaklarımızdan utandım” der Yoksulların Gözleri’nde. “Pasta” şiirinde ise “ekmeğin pasta diye adlandırıldığı, tam bir kardeş kavgası doğuracak kadar ender bir katık olduğu görkemli bir ülke varmış demek” diye ekler Baudelaire. Sanat yapıtlarının en önemli özelliklerinden biri de budur işte; görünür olmaktan ziyade içsel tecrübe. Sanatçının eserine kendini katması ve onunla birlikte kendini ifade etmesi; insanlık adına ve insanların kendilerinde görebileceği bir duyguyu dile getirmektir belki de. Gogol’un kara mizahı ile çevrili Petersburg Öyküleri, Baudelaire’in buhran dolu Paris Sıkıntısı; hem o dönemin dünyasını algılamamıza hem de günümüz dünyasının gerçekliğini benimsememize yardımcı olan iki önemli yapıttır. Herbert Marcuse’in de dediği gibi; “dünya gerçekte sanat yapıtında göründüğü gibidir”.
“ Dışarıdan, açık pencereye değil de kapalı pencereye bakan daha çok şey görür. Mum yanan bir pencereden daha derin, daha gizemli, daha verimli, daha karanlık ve daha aydınlık hiçbir şey olamaz. Güneş ışığında görülenler cam ardından görülenler kadar ilginç değildir. O karanlık ya da aydınlık oyuğun içinde yaşam sürer, düş görür, acı çeker…” (Pencereler)
Sanat yapıtları, doğayla bizler arasına gerilmiş olan perdeyi kaldırır ve kaldırdığı an nesneleri en saf hâliyle görmeye başlarız. Baudelaire’in Paris’i; Gogol’un Nevski Bulvarı; Benjamin’in Pasajları; Van Gogh’un Buğday Tarlası ve Orhan Veli’nin İstanbul’u gerçek dünyanın en iyi pusulasıdır.
Pusulanın iğnesi doğuyu gösterse de bizim aklımız gerçekliği en iyi görebileceğimizi düşündüğümüz kuzeyde kalır. Çünkü Baudelaire’in de dediği gibi; ‘her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.’
Sanat,hayal,şehir üçgeni içinde duyguların nasıl yön kazandığı,hislerin ve gerçekliğin nasıl savrulduğunu anlatan güzel bir yazı olmuş,kalemine sağlık Aydeniz Yenioğlu…
Çok guzel bir yazi olmus kaleminize saglik. Evde gecirdigimiz bu tatsiz gunlerde icimizi isittiniz.