Sinema dünyasında yolculuk etmeye hazır mısınız? Sinema editörleri olarak, özenle seçtiğimiz 5 filmle birlikte, aksiyondan drama, bilim kurgudan romantizme kadar geniş bir yelpazede öneriler sunuyoruz. Bizimle birlikte, sinemanın büyülü dünyasında yolculuk ederken, unutulmaz bir film deneyimi yaşamanın keyfini çıkarın. Haftanın öne çıkan filmlerini takip edin ve sinema dünyasının sınırsız olanaklarına bir adım daha yaklaşın!
In the Heart of the Sea (2015)
In the Heart of the Sea, 2015 yapımı bir macera ve dram filmidir. Ron Howard tarafından yönetilen film Nathaniel Philbrick’in aynı adlı kitabından uyarlanmıştır. Hikaye, gerçek bir deniz felaketine dayanır ve Herman Melville’in “Moby Dick” adlı ünlü romanının ilham kaynaklarından biridir. Film, 19. yüzyılın ortalarında Chase isimli karaktere odaklanmaktadır. Chase, denizcilik kariyerine sahip deneyimli bir balina avcısıdır. Bir gün Essex adlı bir balina avı gemisi ile devasa bir sperm balinasıyla karşılaşırlar. Bu karşılaşma Essex mürettebatının hayatta kalma mücadelesini başlatır. Sperm balinası tarafından saldırıya uğrayan Essex, acımasız bir okyanus yolculuğuna çıkar. Mürettebat, yiyecek ve su eksikliği, denizdeki tehlikeler ve insan doğasının sınırlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Bu zorlu şartlar altında, mürettebatın hayatta kalma ve evlerine geri dönme arzusu büyük bir sınavdan geçer.
In the Heart of the Sea, insan iradesinin ve dayanıklılığının sınırlarını keşfeden güçlü bir hayatta kalma hikayesini anlatır. Aynı zamanda denizcilik tarihine ve balina avcılığının vahşi gerçeklerine de ışık tutar. Film, görsel efektler ve deniz sahneleriyle etkileyici bir atmosfer yaratırken, oyuncuların performansları da dikkat çekicidir.
Aleyna Kavak önerdi.
Fair Play (2023)
Chloe Domont’un ilk uzun metrajlı filmi olan Fair Play, acımasız bir rekabet ortamının olduğu finans sektöründe çalışan ve şirket kuralları gereği ofisteyken ilişkilerini saklayan yeni nişanlı bir çifti merkeze alıyor. Birbirlerine deli gibi âşık oldukları her hallerinden belli olan Emily (Phoebe Dynevor) ve Luke (Alden Ehrenreich) arasındaki ilişki, Emily’nin iş yerinde beklenmedik bir terfi almasıyla tuzla buz oluyor.
Fair Play; oldukça başarılı bir çıkış filmi olmasının yanı sıra gerilimin dozunu çok iyi ayarlayarak kademe kademe yükseltmesiyle de takdire şayan. İş yerindeki ve ilişkideki dengeleri paralel olarak işleyen film; karakterlerin dönüşümlerini ve aralarındaki ilişkinin evrimini başarıyla aktarıyor. Ofisteki güç dengelerinin değişmesi Emily ve Luke’un ilişkilerindeki güç dengelerini de değiştiriyor. Bunun üzerine ilişkilerdeki cinsiyet rolleri ve ego savaşları üzerine düşündüren film, kadınların iş yerinde maruz kaldıkları zorlukları yansıtmayı da ihmal etmiyor. Ayrıca Fair Play; kıran kırana rekabetin yaşandığı ve insanların birbirini sadece para, lüks, statü, başarı gibi ölçütler üzerinden değerlendirdiği kapitalist sisteme dayanan çalışma ortamlarının insanların psikolojisini nasıl alt üst edebileceğini göstermesi açısından da değerli. Filme Netflix Türkiye üzerinden ulaşabilirsiniz.
Ayçe Cansu Yaşar önerdi.
Beetlejuice (1988)
Barbara ve Adam Maitland bir araba kazasında öldükten sonra kendilerini uzaktaki evlerinde sıkışıp kalmış, evden çıkamaz halde bulurlar. Tüm orijinallikleriyle Deetz ailesi, ölü çiftin evine taşınır. Ölü çift, aileyi korkutup kaçırmaya çalışsa da bir türlü başarılı olamaz. Barbara ve Adam’ın gerçek dünyayla kurabildiği tek iletişim Deetz ailesinin genç kızı Lydia üzerinden gerçekleşir. Barbara ve Adam için işler yardım almak için Beetlejuice’a başvurduklarında iyice karmaşık hale gelir.
Filmin vizyon tarihinden bu yana geçen otuz yılda hala izlenilebilir bir kült film olmasının sebebi, filmin bir şekilde bugün de o zamanki kadar orijinal hissettirmeyi başarmasıdır. Yönetmenliğini Tim Burton’ın üstlendiği film, onun her filmi gibi; tuhaf, komik ve ürkünç olmayı aynı anda başarıyor. Gerçek hayatta intihar edenlerin ölümden sonra Araf’ta memur olarak çalıştığı bir ölümden sonraki hayat hikayesi, izleyicilerin daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyor. Altını çizmemiz gereken bir diğer kısım ise Danny Elfman’ın müzikleri ve filmin çizgi film havası veren dekoru oluyor. Keaton’ın unutulmaz bir performans sergilediği Beetlejuice, 35 yıl sonra bile tıpkı onun The Exorcist’i 167 kez izlemesi gibi, her defasında daha iyi olabilecek bir deneyim sunuyor.
Berfin Sayarsoy önerdi.
İki Kadın (1992)
Başrollerini Zuhal Olcay, Haluk Bilginer ve Serap Aksoy’un paylaştığı İki Kadın, dönemin bakanı tarafından tecavüze uğrayan bir seks işçisinin hakkını arama yolculuğu üzerinden ilerleyerek, bakanın eşi ile bu kadın arasında beklenmedik bir arkadaşlık kurulmasını anlatıyor. Telefonlar susmuyor, gazeteler durmadan manşet atıyorlar. Tam bu sırada, bakanın eşi bu kadınla bir şekilde yazlık evde buluşuyor. “İki kadın” işte tam bu noktada birleşiyor. Yavuz Özkan’ın yönettiği bu cesur Türk filmi, karşısında bir seks işçisi olduğu için ona tecavüzü bir “hak” gören erkek karakter aracılığıyla hegemonyaya, güç ilişkilerine, mevkilere yönelik bir tartışma alanı açıyor. Yüksek ve alçak mevkili insanlara yerleştirdiği belirli onur kavramları ile ataerkil toplumun en önemli sorunlarından birine değiniyor.
Günsu Akçatepe önerdi.
Breakfast at Tiffany’s (1961)
Truman Capote’in kısa romanı Breakfast at Tiffany’s; Blake Edwards’ın 1961 yapımı filminde hayat buluyor ve popüler kültürde, yıllarca silinmeyecek bir iz bırakıyor. Audrey Hepburn ile adeta özdeşleşen Holly Golightly karakteri, New York’ta kendi şartlarına göre yaşayan, Manhattan’ın elit sosyetesi arasında adeta fırtına gibi esen ve başkalarının buyruğu altına girmeyi reddeden, çığır açıcı bir kadın başrol olarak karşımıza çıkıyor. Oldukça yakışıklı bir yazar olan Paul Varjak’in (George Peppard), Holly’nin üst katındaki daireye taşınmasıyla ise, ikisinin de hayatı tamamen değişiyor. 60’ların ihtişamlı New York’unu arka planına alan film; aşk, kimlik ve mutluluk arayışı gibi önemli temalara değiniyor.
Breakfast at Tiffany’s’in en önemli özelliklerinden biri, toplumsal normlara ve beklentilere meydan okuyan, hem güçlü hem de bir o kadar çekici bir kadın karakteri, başarıyla tasvir ediyor olması. Öyle ki Holly, hayatını istediği gibi yaşayabilmek için, evliliği dahil olmak üzere kendisine dayatılan düsturları reddetmekten imtina etmeyen bir karakter. Bu açıdan film için, zamanın geleneklerine meydan okuyor; bir kadının özgür ruhunu ve cesaretini simgeliyor demek mümkün. Tüm bunların yanı sıra, etrafında ne kadar fazla kişi olursa olsun, varoluşsal yalnızlığın ne kadar ağır olabileceği meselesine de dokunan film, samimi ilişkilerin önemini hatırlatırken, seyirciye gerçek benliklerini benimsemeleri gerektiğini salık veriyor. Tüm bunların sonucunda Hepburn’ün Holly Golightly’si, birçok nesile ilham olan, bağımsızlık ve kendini keşfetme arayışını simgeleyen bir ikon haline geliyor. Film, kendine hayran bırakan cazibesi, akılda kalan performansları ve Henry Mancini tarafından yazılan (hatta Hepburn’ün sonradan kendisine bir mektup yazarak başarısından dolayı tebrik ettiği) müzikleriyle; tüm sinemaseverlerin izlemesi gereken bir klasik haline geliyor.
Sedef Hızlan önerdi.