Her hafta farklı türlerdeki filmleri keşfetmeye ve sinema dünyasında yolculuk etmeye ne dersiniz? Sinema editörleri olarak, size özenle seçtiğimiz 6 filmle unutulmaz bir film deneyimi yaşatmayı hedefliyoruz. Bu hafta sizleri, aksiyondan drama, bilim kurgudan romantizme farklı türlerdeki filmlerle buluşturuyoruz. Bizimle birlikte, haftanın öne çıkan filmlerini takip ederek sinemanın büyülü dünyasında keşifler yapın ve keyifli bir hafta geçirin.
Persona (1966)
Persona bir İsveç psikolojik drama filmi. Hikâye, ‘Electra’nın canlı performansı sırasında dilsizleşen ve Alma adlı bir hemşire tarafından bakılan Elizabeth adlı bir aktrisin etrafında dönüyor. Film boyunca, izleyicilere, Elizabeth ve Alma karakterlerinin, gömülü iki bağımsız kişiyle aynı kişi olduğu açıkça gösteriliyor. Ingmar Bergman’nın yönetmenliğini yaptığı Persona filminin başrollerini Bibi Andersson ve Li Ullmann paylaşıyor.
Film, insanın hayal edebileceği en deneysel tarzda başlıyor. Açılış sahnesi, sinemanın ilk günlerinden sahneler gibi görsel imgelere hayat veren bir kamera lambasının görüntülerinden oluşuyor; bu, Bergman’ın sinemanın en saf köklerine dönmeyi amaçladığı ve bunu yaparken de psikolojik bedeli ima etmeyi amaçladığı anlayışını hak ediyor. Persona çıkalı 57 yıl olmasına rağmen film kendi başına bir gizem olmayı sürdürüyor. Film hakkında onlarca kitap yazıldı ve bazı sinema akademisyenleri Persona için “sinemanın Everest Dağı” benzetmesini kullandı.
Filmi Mubi’den izleyebilirsiniz.
Aleyna Kavak önerdi.
Virgin Mountain (2015)
İzlanda’da geçen filmde kırklı yaşlarında hâlâ annesiyle yaşayan Fúsi isimli asosyal ve obez bir adamın; gitmek zorunda kaldığı bir dans kursunda tanıştığı Sjöfn isimli bir kadınla ve üst komşularının küçük kızıyla kurduğu ilişki üzerinden büyümesi ve değişmesi anlatılıyor. Ayrıca Virgin Mountain ile birlikte filmin yönetmeni Dagur Kári’nin ilk İngilizce filmi olan, Amerika’da çektiği “The Good Heart” ile yarattığı hayal kırıklığı ardından tekrar memleketi İzlanda’ya ve kuzeye has sinema diline dönüşünü görüyoruz. Çünkü Kári, sinemasının özgünlüğünü bir noktada bu lokal anlatıya borçlu.
Filmografisindeki en önemli film olarak addedebileceğimiz 2003 yapımı Noi the Albino ile özgün bir sinema üslubu yaratmayı başaran İzlandalı yönetmen Dagur Kári, bu filminde de Noi the Albino’dan aşina olduğumuz bir formül uygulayarak ana plana “uyumsuz” bir karakteri oturtuyor. Fusi’nin çevresiyle ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi, uyumsuzluğunu, büyüme ve değişim evresini olabilecek en yalın şekliyle gözlemliyoruz. Manipüle edilmeye oldukça müsait bir konuyu, neredeyse hiçbir acındırmaya başvurmadan anlatması; filmin dramatik yönünün en güçlü elementine dönüşüyor. Hüzünlendirmek için hiçbir çaba harcanmaması, filmin en hüzünlü tarafı!
Ayçe Cansu Yaşar önerdi.
Boiling Point (2021)
Boiling Point, bir restoranda çalışan insanların gözünden stresli bir akşamı konu alıyor. Yönetmen Philip Barantini, filmin ve konunun mahremiyetini korumak için Birdman gibi tek seferlik bir çekim tekniği kullanıyor. Stephen Graham‘ın İngiliz şef Andy Jones’u canlandırdığı film, hizmet sektöründe çalışmanın ne denli yorucu olabileceğini tüm gerçekliğiyle ele alıyor. Filmdeki her şey size oldukça tanıdık gelecektir: Kaba müşteriler, bencil yöneticiler, aşağılanan çalışanlar.
Barantini’nin filmi tek seferde çekme tercihi, bizi de restoranın bir müşterisi haline getiriyor. İsminden de anlaşıldığı üzere film, olay örgüsünü bir araya getirmek için oldukça yoğun bir tempo tutuyor. Filmde, senaryonun konu dışına çıkmasına bakılmaksızın restoran yaşamının kurgusuna ve sunduğu deneyimlere sadık hissettiren daimî bir ivme bulunuyor.
Berfin Sayarsoy önerdi.
Profondo Rosso (Derin Kırmızı, 1975)
Torino’ya yeni gelen caz piyanisti Marcus komşusunun cinayetine tanık olur. Cinayeti gördüğü haberinin yayılması üzerine katilin sıradaki hedefi olacağını düşünen Marcus, hem bu cinayetin önüne geçmek için hem de içindeki merak duygusuna karşı koyamayarak gazeteci Gianna ile birlikte katilin peşine düşer. Bu arayışta ortalık fazlasıyla kırmızıya bulanacaktır.
Hem İtalyan hem de korku sinemasının en önemli isimlerinden Dario Argento’nun yönettiği Profondo Rosso; cinayete tanık olan yabancı kahraman, fetişize edilen silahlar, siyah deri eldivenler başta olmak üzere giallo filmlerinin pek çok motifini içinde barındırır. Goblin’in müzikleri filmde korkunun inşa edilmesi sırasında büyük önem taşır. Ayrıca cinayete tanık olan sanatçı karakteri David Hemmings’in canlandırması Michelangelo Antonioni klasiği Blow-Up (1966) ile büyük paralellik oluşturur. Profondo Rosso; cinayet sekansları ile dönemin slasherlarına örnek olurken kukla sahnesiyle de korku sinemasının en ikonik sahnelerinden birine imza atmıştır.
Berke Ateş Aytekin önerdi.
Dancer in the Dark, 2000
Filmde İzlandalı pop yıldızı Bjork, Amerika’ya göç etmiş, küçük bir oğlu olan, zımba makinesi operatörü olarak çalışan, günler geçtikçe körleşen ve oğlunun da körleşmesini engellemek için ameliyat parası biriktiren Selma‘yı canlandırıyor. Tek isteği, dünyası tamamen kararmadan önce oğlunun dünyasını aydınlatabilmek.
Fabrikada fazladan mesai ve satmak için el yapımı kartlar yapar, diğer birçok etkileşimden kaçınır. Selma’nın kendisine izin verdiği tek kaçış, hem ekranda hem de The Sound of Music‘in yerel prodüksiyonunda sahne alarak müzikaller dünyasına girmektir. Sürekli hayaller kuruyor, hayatını hem kafasında hem de ekranda bir müzik prodüksiyonuna dönüştürüyor. Dansın, müziğin ve hayallerin bir ürünü olan film, sizi karanlığa doğru şarkılar eşliğinde götürüyor. Oraya doğru gittiğinizi bilseniz de, Selma’nın hayal dünyasına kapılmadan edemiyorsunuz. Lars von Trier bu filminde yalnızca omuz kamerası ve doğal ışık kullanarak modern dünyadan uzaklaşmaya çalışıyor. Basit bir dünyada, sıradan bir kadının, karanlık sonuna doğru yürürken ona eşlik eden büyük hayal dünyası.
Günsu Akçatepe önerdi.
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990)
Sinemamızın başyapıtlarından olan Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminin yönetmenliğini Yavuz Turgul üstlenirken, başrolüne Şener Şen hayat veriyor. Film, Yeşilçam döneminde yani, 60’lı ve 70’li yıllarda çektiği aşk filmleriyle ünlenen ancak 80’lerde bu filmlerinin devrinin kapanmasıyla kariyerinde kriz yaşamaya başlayan Haşmet’in, binbir zorluk ve yokluk içinde, istediği filmi çekebilmek için gösterdiği çabayı konu alıyor. Karşısına çıkan engellere rağmen filmini çekme fikrinden vazgeçmeyen Haşmet, sarsılmayan tutkusu ve kararlılığı ile hem çevresindekilere hem de seyirciye ilham oluyor.
Sevginin, sanatın ve azmin gücünü bir arada gözler önüne seren film, aynı zamanda sinema sektörünün yaratıcılık ve sanatsal vizyon yerine kâra öncelik verme eğilimine dair bir eleştiri de sunuyor. Oyuncuların muhteşem performansları, esprili diyalogları ve samimi hikayesiyle Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, zorluklar karşısında bile tutkularımıza ve hayallerimize sadık kalmanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Sedef Hızlan önerdi.