Yaşımız büyüdükçe dünyaya bakışımız da değişiyor ve birçok konuyu çok basit görmeye başlıyoruz. Halbuki bizim basit gördüğümüz şeyler, çocukların gözünden bakıldığında çok büyük meseleler haline gelebiliyor. İşte Patrick Süskind, Herr Sommer’in Öyküsü isimli kitabında bir çocuğun gözünden dünyanın ve insanların betimlemesini yapıyor. Uzun öykü diyebileceğimiz 89 sayfalık kitabın ana karakteri, çocukluk anılarını komşuları Herr Sommer üzerinden anlatıyor. Çocukluk çağını geride bıraktığı için çocukların ağzından duyamayacağınız bazı cümleler kursa da tüm meseleleri olabildiğince saf ve çocukça bir dille aktarıyor. Olaylar bir kasabada geçiyor ve Patrick Süskind eşsiz betimlemelerle sizi alıp o kasabaya götürüyor. Ayrıca ünlü çizer Jean-Jacques Sempé’ın resimlemeleriyle kasabayı daha da iyi yaşayabiliyorsunuz.

Kitaba adını veren Herr Sommer aslında çok silik bir karakter, zaten kitapta da onun hayat hikâyesinden ziyade minik karakterimizin onunla yolunun kesiştiği anları okuyoruz. Bir gün eşiyle gelip kasabaya yerleşen Herr Sommer’in öyküsünü kasabadaki hiç kimse bilmiyor. Ama savaş sonrasında kasabaya gelen bu “yabancı”yı hepsi çok merak ediyor: Sabah evinden çıkıp akşam geç saatlere kadar hiç durmadan oradan oraya yürüyen birini merak etmemeleri de çok zor olurdu. Daha da ilginç olan ise bastonuyla sürekli yürüyen bu adamın ne alışveriş yapması ne de bir yere ulaşmaya çalışması. Yağmur, fırtına ve hatta dolu bile onun yürüyüşlerine engel olamıyor. Ancak halkın gözü bir süre sonra bu duruma öyle alışıyor ki yanlarından geçen Sommer’i fark etmez oluyorlar. (Hatta kitabın sonunda bu durum çok daha acı bir hal alıyor.) Süskind bu durumu çok güzel bir şekilde anlatıyor: “Herr Sommer artık özellikle dikkatimi çekmiyordu, sanırım kimsenin de dikkatini çekmez olmuştu, herkes o kadar sık görmüştü ki onu, fark etmeden geçiyordu artık, nasıl insan manzaranın pek bilinen bir parçası karşısında her seferinde şaşkına uğrayıp ‘Bak hele, kilisenin kulesi! Bak şu karşıya, okul tepesi! Bak, ileriden otobüs geçiyor! demezse öyle.”
Karakterimiz o yılları anlatmaya “Daha ağaçlara tırmandığım zamanlardı… Çok, çok zaman geçti aradan, nice yıllar, on yıllar; boyum bir metrenin azıcık üstündeydi, 28 numara ayakkabı giyiyordum ve uçacak kadar hafiftim -hayır, yalan değil; o zamanlar gerçekten uçabiliyordum- ya da en azından ramak kalmıştı uçmama…” cümleleriyle başlıyor ve daha en başta çocukken dünyaya nasıl heyecanla baktığımızı ve ne kadar maceracı olduğumuzu hatırlatıyor bizlere. Ağaçların tepesinden inilmeyen, uçma hayalleri kurulan yıllar… Hayatın koşturmacası içinde çoğu hayal silinip gidiyor.
Kitabı özel kılan noktalardan biri yazarın yaptığı betimlemeler. Süskind’ın daha önce başka bir kitabını, özellikle de Koku’yu okuduysanız ne denli enfes benzetmeler yaptığını biliyorsunuzdur. Bu kitabın Koku’dan farkı ise o kasvetli hava yerine daha olumlu bir havayı benimsemesi ve sık sık gülümseten bir kitap olması. Gülümseten dememizin sebebi hikâye komik olduğu için değil, aksine çok basit gördüğümüz şeylerin çocukların dünyasında nasıl karmaşıklaştığını anlattığında bizleri şaşırttığı için aynı zamanda gülümsetiyor olması. Mesela karakterimiz derse geç kaldığı için piyano öğretmeninden sıkı bir azar işitiyor, halbuki yolda gerçekten başı sıkışıyor ve derse yetişmesi imkânsız bir hal alıyor. Yine de tüm gücüyle derse yetişmeye çalışsa da bunu öğretmenine bir türlü anlatamıyor. Çünkü öğretmenin dünyasına göre çocuklar dersleri sevmez ve her zaman bahaneler üretirler. Yazar bu bölümde büyüklerin dünyasındaki kuralların ve karşı tarafı dinlememenin aslında ne denli can sıkıcı olduğunu gözler önüne seriyor. Bir çocuk bilerek geç kalıyor ya da o parçayı ödevlerini yapmadığı için çalamıyor değil, aksine önemsiyor da olsa bazen işler istedikleri gibi gitmiyor.
“Sürekli bir şeyler yapmak ‘zorundaydı’ insan, yapmalı mıydı, yapmamalı mıydı, keşke yapsaydı ya… Kendisinden hep bir şeyler bekleniyor, isteniyor, alınıyordu: Onu yap! Bunu yap! Ama şunu unutma! Ötekini hallettin mi? Neredeydin şimdiye kadar?.. Hep baskı, hep üsteleme, hep zaman darlığı, hep gözünün önüne tuttukları saat…” cümleleriyle yazar hem insanların sürekli hareket halinde olmasının hem de kurallar koymaktan bıkmamasının çocukların dünyasında nasıl karşılık bulduğunu aktarıyor. Kimi insanlar için “çocuk gözünden dünya” tabiri kitabı hafife almaya neden olabiliyor ancak durum tam tersi: Bu kitabı büyüklerin mutlaka okuması gerekiyor.
Kitapta sadece ebeveynlere karşı bir duruş yok tabii ki. Bir de minik kahramanımızın ilk kalp kırıklığına şahit oluyoruz. Hoşlandığı kız, bir gün gelip akşam eve birlikte dönebileceklerini söylüyor. Aynı yolda yürümek karakterimiz için harika bir fırsat ve olanca masumiyetiyle benzersiz bir rota hazırlıyor. Küçük detayları öyle güzel kurguluyor ki çocukların dünyasında ufak şeylerin ne derece önemli olduğunu keşfediyorsunuz. Bir de işler istemediği gibi gittiğinde de büyüklerin “Aman canım bunda üzülecek ne var?” diyebileceği bir durum onun dünyasını başına yıkıyor. Sadece kalp kırıklıklarında değil, “basit” olarak görülen kelimelerde bile çocuklar ve ebeveynler büyük bir zıtlaşma yaşıyorlar. Bir yemek esnasında ailesi Herr Sommer’in aslında klostrofobisi olduğu için tüm gün evde oturduğunu konuşuyorlar ve onlara göre çok sıradan olan konuşma karakterimizi derinden şaşırtıyor. Kelimeyi nasıl anlamlandıracağını bir türlü bilemiyor:
“Ama ‘klostrofobi’ ile ‘odasında oturamamak’ aynı şeyse, ‘odasında oturamamak’ da ‘dışarıda dolaşamadan edememek’le aynı şeyse, o zaman dışarıda dolaşmadan edememek de klostrofobiyle aynı şey olur… O zaman da klostrofobi gibi güç bir sözcük yerine kolayca ‘dışarıda dolaşmadan edememek’ denebilirdi. Ama o zaman annemin de ‘Herr Sommer klostrofobisi olduğu için dışarıda dolaşmadan edemiyor yerine ‘Herr Sommer dışarıda dolaşmadan edemediği için dışarıda dolaşmadan edemiyor,’ demesi gerekirdi. Böylece aklım karışıp biraz başım dönmeye başlayınca yeni öğrendiğim bu çetrefil sözcüğü de, onunla ilişkili olan her şeyi de çabucak unutmaya çalıştım.”
Aile ilişkileri de kitapta irdelenen konulardan biri. Ağabeyi olan minik karakterimiz belli bir yaşa kadar ağabeyinin eşyalarını kullanıyor ve ister istemez her şeyde onunla bir kıyaslamanın ortasında buluyor kendini. İlk defa “kendi” bisikleti olduğunda onun rekorunu geçmeye çalışıyor mesela. “Kendi” sürüş biçimlerini icat ediyor ve ailelerin ekonomik olması adına kardeşler arasında eşyaları paylaştırmalarının aslında aidiyet konusunda ne gibi sorunlar oluşturduğunu okuyoruz bu kısımlarda.
Karakterimizin yaşadıklarından sonra ailesine, arkadaşlarına, öğretmenlerine ve kısaca herkese büyük bir öfkeyle dolduğuna şahit oluyoruz. Başkaları tarafından önemsenmeyen şeyler onun gözünde dayanılamayacak hâle geliyor ve “…bütün dünyanın başlı başına adaletsiz, kötü, adi bir kalleşlikten başka bir şey olmadığını kavramamdı. Bu köpekçe kalleşliğin nedeni de ötekilerdi. Yani bütün herkes. Öbür insanların hepsi, ayrımsız.” diyor. Bu cümleleri okuduğunuzda Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabını anımsıyorsunuz bir anda. Karakterimiz öfkesiyle birlikte kendi cenazesini hayal ediyor ve onu anlamayan insanları bir şekilde cezalandırmak istiyor. Çocukların öfkesi, uzun uzun ele alınması gereken konulardan biri.
Tüm bu konular içinde Herr Sommer nerede kaldı diyebilirsiniz. Herr Sommer başta da dediğimiz gibi kitapta uzun uzun anlatılmıyor ancak karakterin çok önemli iki anında orada “beliriveriyor” ve bir nevi dönüm noktası oluyor. Ama aralarında ufak bir sohbet bile geçmiyor hiçbir zaman. Yazar kimi yerlerde sizi Herr Sommer’a doğru götürürken kimi yerlerde onu unutmanızı sağlıyor büyük bir ustalıkla. Herr Sommer, kendi içinde kaybolan ve yalnız bir karakter olarak tek bir şey istiyor aslında: Rahat bırakılmak. Karakterimizin babasına sinirlendiği bir anda da bunu dile getiriyor: “Ee, beni rahat bıraksanıza artık!”
Patrick Süskind hikaye boyunca öyle samimi bir üslup kullanıyor ki sanki onunla çay eşliğinde sohbet ediyormuş hissine kapılıyorsunuz. Karakterimiz geçmişini anlattığı için büyük halinden bazı eklemeler yaparak hikâyeyi daha da etkileyici bir hale getiriyor. Dünyaya ve günlük yaşamlarımıza daha farklı bir açıdan bakmak isteyen herkese bu kitabı öneriyoruz. Zaten başladıktan sonra nasıl hızlıca bittiğine siz de inanamayacaksınız.
Patrick Süskind, Can Yayınları, 7. Baskı, 2021
Çevirmen: Tevfik Turan