Hüzünlü Olma Mutluluğu: Sanat Eserlerinde Melankoli Teması

Editör:
Gökçe KAVİ
spot_img

Kimi zaman resim sanatında renklerle, fırça darbeleriyle ya da ince detaylarla temsil edilen melankoli, kimi zaman da heykel, gravür ve diğer sanatlarda kıvrım, uyum, uyumsuzluk ve bazen boşluk ile anlatılır. Peki bu derin düşünce halini, koparılamaz boşluk hissini ve ruhun üzerindeki etkisini yüzyıllarca sanatçılar nasıl deneyimlediler ve eserlerine yansıttılar? Bazen aynı ad, bazen aynı hissiyat altında sizler için melankoliyi ve ünlü sanat eserlerinde melankolinin hangi yollarla betimlendiğini inceledik.

Günümüz sözlük anlamına göre melankoli, kişinin sevilen bir nesneyi kaybının ardından belirli bir süre yaşanacak olan yas döneminin hiçbir zaman bitmemesi durumudur. Kişinin hayatına devamını mümkün kılacak olan yeni bir sevgi nesnesi arayışını engelleyen bu durum, zamanla kaybedilen nesnenin içselleştirilmesi ve kişinin bu kayıpla kendini özdeşleştirmesine yol açmaktadır. Yas tutmanın sağlıklı bir süreç olmasına kıyasla, melankolinin yapışkan doğası kişiyi ve hayatını önemli derecede etkileyecek ciddiyete sahiptir.

“…bazıları sonsuz neşeye doğar,
bazıları sonsuz geceye…”
William Blake

Günlük hayatımızda, sanat ve literatürde sıkça karşılaştığımız “huzursuz tip” imajı bir çok yönden “melankolik” portreyle eşleşmektedir. Bu tiplemenin Orta Çağ’dan günümüze kadar değişen karşılığını öne serecek olursak, fiziki bir hastalıktan psikolojik bir duruma nasıl evrildiğini anlayabiliriz. Orta Çağ’da vücuttan atılması gereken bir hastalık (Black Bile) olarak değerlendirilen melankoli, Rönesans’ta insana duyulan güven ve ilginin arması ile varoluşsal ve psikolojik bir tecrübeye denk gelmeye başladı. Özellikle Shakespeare’in Hamlet’in de iki defa geçen kelime ve huzursuz tiplemesi onun tıbbi sıkıntılarına değil daha felsefi ve psikolojik yanları ile ilgili olarak görünür. Bireyselliğin, iç dünyamızın ve estetiğin ön planda olduğu Romantik dönemde ise hüzün ve melankoli hayal gücünü besleyen estetik konseptlerden biri olarak görülmüş. Charles Baudelaire’in “İçinde melankoli olmayan bir güzelliği zar zor tasavvur edebiliyorum” sözlerine bakarsak, İngiliz edebiyatında John Keats’in, Alman edebiyatında ise Goethe’nin (Genç Werther’in Acıları) melankoliyi bu denli hoş bir dille anlatması şaşırılabilir değil.

Melankoli kelimesine hemen hemen herkes aşina olsa da, hatta çoğu kişi “melankolik” sıfatına kendini dahil etmekten alıkoymasa da, kelime kökeni ve anlamının yüzyıllar içinde değiştiğini bilmek gerekir. Modernizme doğru, Freud melankoliyi öz-kimlikteki ayrılma olarak tanımlarken, daha sonraları depresyon ile ilişkilendirilen bu ruh hali Sylvia Plath, Vincent van Gogh gibi sanatçıların hayatında eserlerinde önemli rol oynamaya devam etti.

Melancolia I (1514) – Albrecht Dürer

Albrecht Dürer‘in Melancholia I gravürü Rönesans düşünürlerinin antik eserleri yeniden yorumlamasıyla bulunan melankoli ve deha arasındaki bağlantıyı temsil eden yapıtlardan biridir. Sağda sanatçıya denk gelecek olan kederli kanatlı bir figürü gösteren eser, bu figürü çeşitli araç gereçlerle, bilgi ve diğer kaynaklarla çevrili olmasına rağmen ilhamdan tamamen yoksun olarak gösteriyor. Melankoli fikri gravürde arka planda bir ışık, ilham kaynağı olarak görülüyor, ki bu melankolinin kutsal bir tesire sahip olduğunu anlatmaktadır.

Dürer‘in melankoli fikrini kişileştirdiği, kanatlı figürle birleştirdiği bu resim sanat tarihinde ilk defa bir sanat eserinin yaratılma sürecini tasvir ettiğinden bir ilk olarak görülmektedir. Eseri daha da önemli kılan bir diğer nokta ise, Orta Çağ ve daha eski dönemlerin düşüncelerine kıyasla, melankolinin yalnızca mutsuzluk, çaresizlik ve kayıpla ilgili olmadığını ortaya çıkarması. Melankoli ayrıca, kişinin bu sükunda hayatın değişkenliği, doğum ve ölümün kaçınılmaz döngüsü gibi farkındalıklara ulaşması sonucu ortaya çıkan yaratıcılığın da sebebidir.

Melancholy (2012) – Albert György

Görüş alanımızı biraz daha genişletip heykel sanatına baktığımızda Albert György’ nin İsviçre’de bulunan Melancholy adlı heykelini görürüz. Kederden geriye kalan boşluk hissini göstermeye çalışan eser, bir bankta kambur bir şekilde oturan bir bakırdan figürden oluşmakta. Sanatçının eşinin kaybından sonra hissettiği yoğun üzüntü ve yalnızlık duygularıyla başa çıkmak için başvurduğu yollardan biri olarak görülen eser, gövdesinin tam ortasında kocaman bir boşluk olan bir figürü çaresiz ve umutsuz tasviriyle canlandırmakta. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde hepimizin hissettiği ağır boşluğu tarif etmekle beraber, ardında koca bir gökyüzü ile geçen mevsimler ve dolayısıyla zamanı bu boşlukta içinde hapsediyor. Etrafımızdaki her şey değişirken bu boşluğun sabit kalması melankolinin doğasıyla örtüşüyor. Eser koyu renklerde olsa da, György‘e sağladığı gibi, kaybı olan diğer insanlara da da heykel aracılığı ile duygularını paylaşıp bir miktar huzur sağlıyor.

Melancholy (1894) – Edward Munch

Neredeyse hepimizin bildiği Çığlık (1893) tablosunun Norveçli ressamı Edward Munch, başka bir ekspresyonizm (dışavurumculuk) örneği olan Melankolinin de sahibi. Munch 1891-1894 döneminde boyadığı tabloda sahil kıyısında başını eline yaslamış düşünceli bir adamı tasvir etmekte. Uzakta görünen üç kişilik topluluğa kıyasla öndeki tasvirin yalnız ve dalgın olması ilk bakışta fark edilen unsurlar arasında.

Munch’ ın melankolik adam figürünün tablonun sağ köşesinde, melankoli duygusunu ise dalgalı, inişli çıkışlı kıyı şeridi ve sola doğru uzanan ufuk çizgisinde yansıtmasını düşünürsek, Dürer‘ in eserinin modern bir versiyonuyla karşılaştığımızı görebiliriz. Melankolik figürün ve tüm resmin belirsiz, gerçek olmayan izlenimi hali hazırda duygunun aktarımı için yapıldığını belli ederken, uzakta kalan manzarayı da melankolisinin sebebi olarak göstermekte. Resmin ilham kaynağının Munch’ ın arkadaşlarından Jappe Nilssen’ in mutsuz aşk ilişkisi olduğu ve arka planda beraber kaçmak üzere olarak tasvir edilen çiftin aynı çift olduğunu göz önüne alırsak, resmin cesur renk seçimi ile psikolojik doğasının bağlantısını ve aslında genç melankolik adamın zihinsel haritasının bir yansıması olduğunu kavrayabiliriz. Arkadaki figürler ile dış dünya ve zamanın kendi döngülerinde ilerlemeye devam etmesine yansıtılırken, buna kıyasla melankoli figürünün iç dünyasında hayata dair duyduğu büyük bilinmezlik içinde uzaklara daldığı görülmekte. Girintili, koyu ve karışamayan renklerde sınırlar ve şekiller sayesinde gerçeklikle hayal gücü arasındaki sınırı bulanıklaştıran eser, bizlere sanatçının zihnindeki melankoli hissini yansıtıyor.

1891’de Oslo Autumn Exhibition’ da sergilenen eser, bazıları tarafından bir Norveçli artist tarafından yapılan ilk sembolist resim olarak adlandırılmasıyla da Dürer gibi ilkler arasına giriyor.

Yıldızlı Gece (1889) – Vincent van Gogh

Vincent Van Gogh’un ikonik eserlerinden biri olan Yıldızlı Gece hayran bırakan çeşitlilikteki renkleri ve sanatçının zihnindeymiş hissi yaratan fırça darbeleriyle bir başyapıt niteliğinde. Van Gogh’un akli rahatsızlık geçirdiği dönemden hemen önce bitirilen eser, sanatçının geleceğe dair huzursuz, umutsuz ve sıkıntılı bakış açısını yansıtmakta.

Munch‘ ın gerçekli ve hayal gücü arasındaki çizgiyi nasıl bulanıklaştırdığını anımsarsak, Van Gogh‘un hayal gücündeymişiz gibi resmedilen Yıldızlı Gece‘de de mavinin muğlak yoğunluğu çeşitli düzeylerdeki yıldız ışığı etkisi altındaki gökyüzünü tasvir etmek için kullanılmış. Yalnızca gökyüzünün değil, tepeler ve ağaçların da mavi ile şekillendirilmiş olması ve tabloda en azından 21 ton mavi renk kullanımı aslında Gogh’un depresif, kasvetli duygu dünyasını ifade etmekte. Genelde açık mavi tonları daha neşeli bir manzaraya öncülük ederken, Gogh‘unki gibi daha yoğun ve koyu tonların kullanımı sanatseverleri daha derin, melankolik hislere davet etmekte. Tablonun aşağı kısmında sabit olarak resmedilmiş kasabaya kıyasla etrafındaki doğanın, dağların ve gökyüzünün bu denli hareketli ve değişken resmedilmesi Yıldızlı Gece‘yi Van Gogh‘un hayat ve değişime melankoli bakan iç dünyasına bir ayna tutmaktadır.

Otomat (1927) – Edward Hopper

Günümüzde Iowa‘daki Des Moines Art Center tarafından sahiplenen eser, 20. yüzyılın en yetenekli Amerikan ressamlarından biri olarak hatırlanan Edward Hopper‘ın ürünüdür. Hopper‘ın 1920’ler ve 30’lar Amerika’sı günlük hayatından portreleri, dönemin Büyük Buhran’ dan kurtulma çabasını anımsatmakta. Ünlü eseri Gece Kuşları ile bilinen sanatçımızın Otomat‘ı da benzer nitelikte eleştirmen ve düşünürlerden geniş çapta övgü almıştır. “Otomat” 20. yüzyılın ilk yarısında New York’ta bulunan spesifik bir restoran tarzına verilen addı. Hopper, Endüstri Devrimi sonrası dönemde, hızla değişen, makineleşen, kentsel yabancılaşmada “otomatlaşan” toplum yapısına şahit olan bir çok insana veba olan izolasyon, yalnızlık ve melankoli hissini yansıtmaktadır.

İlk olarak, sağ tarafta fincandaki kahvesine ifadesiz, boş gözlerle sabitlenen kadın figürünün canlı renklerle tasviri ve arka planın karanlığının zıtlaştığı görüyoruz. Restoran dışındaki dünyanın karanlık bırakılması ve yalnızca resimdeki figürün detaylandırılması bizleri kadın figürünün iç dünyasına bakmaya itmekte. İç mekanda olmasına rağmen paltosunu ve diğer eldivenini çıkarmamış olan figürün kıyafetten katmanları arasında, kendi varoluşsal yalnızlığında korunmaya çalıştığı söylenebilir. Işıkların ardı ardına dizilmiş bir şekilde yansımada görülmesi figürün iç dünyasındaki boşluk hissine ve karanlık melankoliyle sıralanmış düşüncelerine işaret ederken, dikkatle incelediğimizde Van Gogh kadar olmasa da renklerin mavi alt tonunun resimdeki melankolik atmosferi pekiştirdiği de aşikar.

Nihayetinde, kulağa hiç de cazip gelmeyen melankolinin, söz konusu sanat olduğunda “melankoli ve sanat” arasındaki eşsiz bağlantıyı keşfettiğini söyleyebiliriz.

Kaynakça

Penwell Gabel  Web

Edward Munch  Web

Edward Hopper   Web

Edward Hopper Web

Google Arts and Culture, The Starry Night Web 

Öne Çıkan Görsel: Edward Hopper, 1952/ Sabah Güneşi / Morning Sun
Tuval Üzerine Yağlı Boya, 71,5x 101,98 cm.

 

spot_img
Tuğba Arslan
Tuğba Arslan
amor vincit omnia

2 YORUM

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.

Kayıp Seslerden Yazının Öznelerine: Virginia Woolf’un Eserlerinde “Kadın” Teması

Woolf’un dilinde "kadın", tarihin dışına itilmiş bir sesin geri çağrılması, unutulmuş bir hakikatin dile gelmesidir.