II. Dünya Savaşı, tarihin en büyük felaketlerinden biridir ve I. Dünya Savaşı’nın bir nevi tamamlayıcısıdır; çünkü savaşı başlatan Almanya’nın en büyük argümanlarından biri, I. Dünya Savaşı sonucu Almanların uğradığı aşağılamayı ortadan kaldırmak ve hem ekonomik hem askerî yönden kısıtlanan Almanya’yı eski günlerine tekrar kavuşturmaktı. Eğer I. Dünya Savaşı’na son veren antlaşmalar belki de bu kadar ağır olmasaydı II. Dünya Savaşı çıkmayabilir ve tarihin seyri değişebilirdi.
II. Dünya Savaşı Dönemi

Bu iki savaş arası dünyayı analiz etmek, dönemi anlamamıza yardımcı olacaktır. Öncelikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın coğrafyasındaki birçok devlet diktatörlük ile yönetilmekteydi. Almanya’da Hitler, Rusya’da Stalin, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco güç sahibiydi ve bu liderlerin her biri despottu. Japonya’da imparatorluk hüküm sürüyordu ve imparatorluk kendi coğrafyasında genişleme politikasını takip ediyordu. Hatta bu genişleme politikaları doğrultusunda hem savaş öncesi hem de savaş sonrası özellikle Çin başta olmak üzere pek çok Uzak Doğu ülkesinde soykırım uyguladılar.
Bu ortamda demokratik olan birkaç ülke vardı. Bu ülkelerin ikisi I. Dünya Savaşı sonrası yorgun düşmüş İngiltere ve Fransa iken diğeri demokrasinin en temel ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin tam anlamıyla yerleştiği Birleşik Devletler idi.
Birleşik Devletleri’nin I. Dünya Savaşı’na girerken yayınladığı Wilson İlkeleri‘ne göre savaştan sonra Milletler Cemiyeti adında barışı korumakla yükümlü olan bir örgüt kurulacaktı ve bu örgütün kurulmasına ön ayak olan kişi de ABD başkanı Wilson’dı fakat Amerikan Senatosu’nda yapılan oylama ile ABD, Milletler Cemiyeti’ne katılamadı. Bu da şu anda ülkemizde tam anlamıyla uygulanamayan güçler ayrılığının ABD’de ne kadar erken bir tarihte uygulandığını apaçık bir şekilde gösterirken Amerika’da demokrasinin temel ilkelerinin oturduğunu kanıtlar niteliktedir.

Türkiye ise doğuda Sovyet Rusya ve İran ile komşu iken güneyde Fransız mandası olan Suriye ve İngiliz mandası olan Irak ile komşuydu. Balkanlarda ise Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya bulunuyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış olan ülke, yeni ilke ve inkılapları yürürlüğe koymaya çalışıyordu. Şeyh Sait İsyanı ve Menemen Olayı sonrasında ülkedeki istikrar sağlanmaya çalışılıyor, İtalya’nın Akdeniz’deki yayılımcı politikasına karşı önlemler alınıyor, Hatay’ın ana vatana katılması için çalışmalar yürütülüyordu. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatıyla birlikte cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü ve ekibi, ülkeyi yaklaşan II. Dünya Savaşı’ndan ve Sovyet tehlikesinden koruma çalışıyordu.
II. Dünya Savaşı ve Türk Basını
Türkiye, tarihinin en başarılı dış politikasını belki de II. Dünya Savaşı sırasında sergileyerek savaşa girmemiştir fakat bu durum o kadar da kolay olmamıştır. Uygulanan dış politikanın zorluğunu bir kenara bırakıp bu politikanın iç siyasetteki etkilerine baktığımızda Türk basınının basın özgürlüğü açısından olumsuz etkilendiğini söylemek yanlış olmaz ki olumsuz etkilenmesi de gayet normaldir.
Tek parti yönetimiyle yönetilen bir ülke ve bu ülkenin yakın coğrafyasında bulunan ülkelerin pek çoğu totaliter rejimlerle yönetilmekteydi. İngiltere, Fransa ve ABD’deki basın özgürlüğünün nasıl olduğunu incelemek gerekir fakat bu demokratik ülkelerde basın o tarihlerde tamamen özgür olmuş olsa bile jeopolitik konum bakımından Türkiye’deki basının II. Dünya Savaşı ve sonrası dönemde özgür olması imkansızdı çünkü Sovyetler, Türkiye için çok büyük bir tehlike arz etmekteydi. Peki, neden Sovyetler ülkemiz için büyük bir tehlike arz etmekteydi ve bu tehlikeden dolayı Türkiye’de basın tam anlamıyla özgür olamazdı?

II. Dünya Savaşı, Almanya’nın Polonya’yı işgali sonrasında İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya savaş açmasıyla başlamıştır diyebiliriz. Hem doğuda Polonya ile hem de batıda Fransa ile savaşmak istemeyen Almanlar, Polonya’yı Blitzkrieg yani yıldırım harekâtı stratejisi ile bir an önce alt etmek istiyorlardı. Doğu sınırlarını da güvence altına almak isteyen Naziler, Sovyet Rusya ile saldırmazlık paktı imzaladı. Bu esnada Polonya, batıdan Naziler; doğudan ise Sovyetler tarafından istila edildi. İşte bu durum Türkiye’de ”Polonya Sendromu” adıyla adlandırabileceğimiz bir korkunun oluşmasına yol açtı.
Sovyetlerle hâlihazırda sınır komşusuyduk zaten. Naziler ise Bulgaristan’ı işgal edince Almanlar ile de sınır komşusu olduk. Almanlar, Barbarossa Harekâtı ile Rusya’ya saldırana kadar Türkiye diken üstünde olmuştur. Hatta bir rivayete göre Almanların Rusya’ya saldırdığını öğrenen İsmet İnönü sevincinden halay çekmiştir. Hem Sovyet hem de Nazi tehlikesi kapımızdayken gazetelerde her iki tarafı da gücendirecek herhangi bir yayının çıkmamasına dikkat ediliyordu. Bu da Sovyetleri, Nazileri veya Müttefikleri direkt hedef alan yazıların sansürlenmesi anlamına geliyordu.
Böyle bir ortamda basın mensuplarının çoğunun iktidarla olan ilişkileri arttı. Buradaki en dikkat çekici unsur ise bazı gazetecilerin milletvekili olmasıdır.
Örneğin Akşam’ın başyazarı Necmettin Sadak beş dönem, Cumhuriyet’in sahibi ve başyazarı Yunus Nadi Abalıoğlu altı dönem, Hâkimiyet-i Milliye, Ulus ve Akşam’ın başyazarı Falih Rıfkı Atay yedi dönem; Kurun ve Vakit’in sahibi ve başyazarı Hakkı Tarık Us dört dönem; Tanin ve Vakit yazarı Mehmet Asım Us altı dönem milletvekili olarak Meclis’te yer almıştır (H. Emre Bağce “Milli Şef Döneminde İktidar-Basın İlişkisi”, Medya ve Siyaset 2: 1923-1946 Tek Partili Dönem, Der., Tolga Yazıcı, Kocaeli: Volga Yay., 2016, ss. 87-126).
Böyle bir durumda gazeteler daha çok dış politika ve savaş haberleri yapmaktaydı. İşte bu haberlere örnek olarak Akşam gazetesinde yayımlanan bazı pasajlar: