Sinema, zengin anlatım olanaklarıyla farklı türlere ayrılarak hikâyelerini şekillendirir. Komedi, korku, bilim kurgu ya da müzikal gibi türler, izleyicinin beklentilerini karşılamak için belirli kurallar ve kalıplar üzerine inşa edilir. Ancak bu kurallar, kesin ve değişmez değildir; aksine, zamanla dönüşür ve yeniden şekillenir. Türleri ayırt etmemize yarayan bu kurallar, aynı zamanda sinemanın sınırlarını zorlayan yaratıcı yapıtlar için de bir çıkış noktası sunar. Bazı filmler, türlerinin geleneksel yapılarını ve izleyici beklentilerini alt üst ederek sinema tarihine damga vurmuş, yalnızca türlerini değil, genel olarak sinema sanatını da dönüştürmüştür. İşte, kendi türünün kurallarını yıkarak fark yaratan on film.
1. Psycho (1960)

Kuralları yıkmak denildiğinde akla gelen ilk ve en önemli örneklerden biri hiç kuşkusuz Alfred Hitchcock’un başyapıtlarından biri olan Psycho (Sapık) filmi. Hem korku hem de gerilim türlerinde kuralları baştan yazan film, sinemanın seyirciyle olan ilişkisini de kökten değiştirdi. Hitchcock, alışıldık tüm normların dışına çıkarak, özellikle de ana karakteri filmin erken bir aşamasında öldürmek gibi radikal bir hamlede bulunarak izleyicilerin beklentilerini altüst etti. Bu cesur yenilik, sinema tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Psycho, genç bir kadın olan Marion Crane’in (Janet Leigh) patronundan çaldığı bir miktar parayla kaçması ve yolculuğu sırasında Bates Motel’de durmasıyla başlar. Marion burada, gizemli bir karakter olan Norman Bates (Anthony Perkins) ile karşılaşır. Fakat Marion’un ani ve şok edici ölümüyle hikâye tamamen yön değiştirir, bu da izleyicinin geleneksel ana karakter merkezli anlatıya olan güvenini sarsar. O dönem için filmin en büyük yıldızının erken bir aşamada ölmesi görülmemiş bir şeydi. Bunun gizli kalmasını isteyen Hitchcock’un film başladıktan sonra salonlara izleyici alınmaması yönündeki talimatıyla, bugün bildiğimiz anlamdaki sinema deneyimi de şekillendi (Daha öncesinde izleyiciler salonlara filmin ortasında girip, bir sonraki seansta da kaçırdıkları ilk yarıyı izleyebiliyorlardı).
Marion’un ölümünün ardından hikâye, katilin kimliğini ortaya çıkarmak için ilerlerken, Norman Bates’in zihinsel durumu ve annesiyle olan ilişkisi gerilimin odağı hâline gelir. Bu noktaya kadar korku filmleri tipik olarak canavarları içeriyordu ve Psycho, bir kişiyi, üstelik sempati duyulabilecek bir kişiyi korkunç bir tehdit olarak sunan ilk filmlerden biri oldu. Böylece slasher* filmlerine de zemin hazırladı. Psycho, yalnızca hikâye yapısıyla değil, teknik yenilikleriyle de fark yarattı, özellikle ünlü duş sahnesiyle yeni standartlar belirledi. Hızlı kurgusu ve vurucu müzikleriyle sinema tarihine kazınan bu sahne, korku türündeki şiddetin temsilini farklı bir boyuta taşıdı. Daha önce hiçbir ana akım filmde şiddet bu kadar yakından tasvir edilmemişti.
2. 2001: A Space Odyssey (1968)

Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmi, bilim kurgu türüne yaklaşımı tamamen değiştiren ve sinemanın sınırlarını genişleten bir başyapıttır. Arthur C. Clarke’ın bir öyküsünden uyarlanan film, insanlığın evrimsel yolculuğunu ve yapay zekâ ile ilişkimizi sorgulayan epik bir hikâye sunar. Kubrick bu filmin görsel ve anlatı diliyle yalnızca bilim kurgu türünü değil, geleneksel sinema kalıplarını da paramparça etmiş ve izleyiciyi yankıları hâlâ devam eden benzersiz bir sinematik deneyimle baş başa bırakmıştır.
1960’lara kadar bilim kurgu, genellikle uzay maceralarını veya dünyaya yönelik tehditleri ele alan, macera ve aksiyon unsurlarıyla dolu bir türdü. Ancak 2001: A Space Odyssey, bu türün temel yaklaşımlarını bir kenara bırakarak yeni bir yol açtı. Kubrick, filmde diyalogları en aza indirmeyi, bunun yerine uzun görsel sekanslar ve etkileyici müzik kompozisyonları kullanmayı tercih etti. Uzay yolculuğunun sessizliğini vurgulayan film, bilim kurguya o güne dek alışık olunmayan bir ciddiyet ve estetik kazandırdı. Yenilikçi özel efektleri filmi zamansız bir görsel başyapıt hâline getirdi.
Ayrıca film, doğrusal bir anlatı yapısından uzaklaşıp metafizik ve felsefi temalarla dolu bir hikâye sundu. İnsanlığın evrimi ve teknolojik ilerlemesi arasındaki ilişkiden, bilinç ve yapay zekâ gibi derin meselelere uzanan konusuyla 2001: A Space Odyssey adeta bir felsefi manifesto hâline geldi. HAL 9000 karakteri de yapay zekâ ve etik konularını beyaz perdede derinlemesine işleyen ilk örneklerden biri olarak türün temel taşlarından biri oldu.
3. Pulp Fiction (1994)

Quentin Tarantino imzalı Pulp Fiction (Ucuz Roman), hem suç filmlerinin kurallarını yıkan hem de bağımsız sinemanın yükselişine öncülük eden modern bir klasik olarak sinema tarihinde sağlam bir yere sahip. Film, birbirine bağlı birkaç hikâyeyi, doğrusal olmayan bir anlatımla, mizah ve şiddetle harmanlıyor. Klasik suç filmlerindeki karakter arketiplerini ve olay örgüsü kalıplarını alt üst ederken asıl önemli farkı Tarantino’nun ikonik diyaloglarıyla yaratıyor.
Geleneksel suç filmlerinde hikâye genellikle başlangıç, gelişme ve sonuç sırasına göre ilerlerken, Pulp Fiction’da olaylar kronolojik ilerlemez. Bu yöntem, izleyiciyi karakterlerin motivasyonlarına, seçimlerine ve hikâyenin tematik bağlarına odaklanmaya zorlar. Ayrıca suç dünyasının sıradan ve günlük yönlerine odaklanan uzun, absürd diyaloglar, türün aksiyon ağırlıklı yapısına meydan okur. Örneğin, bir mafya tetikçisinin “Royale with Cheese” hakkındaki düşüncelerini uzun uzun paylaştığı sahne, sıradan bir suç filmi için alışılagelmiş bir tercih değildir.
Tarantino bu filmde, karakterlerin geleneksel iyi-kötü kutuplarına oturmadığı bir dünya sunarak türü yeniden şekillendirir. Vincent Vega (John Travolta) ve Jules Winnfield (Samuel L. Jackson) gibi kiralık katiller, insani yönleriyle derinleştirilirken, türün tipik “anti-kahraman” kalıplarını aşar. Ayrıca, film müziği seçimi ve sahneler arasındaki ironik uyumsuzluk, Pulp Fiction’ı türün geleneklerinden ayırır. Özellikle, Mia Wallace (Uma Thurman) ve Vincent Vega’nın dans sahnesi gibi anlar, gerilimi hafifletirken filme pop kültür unsurlarını kazandırır. Tarantino’nun yenilikçi yaklaşımı sayesinde, Pulp Fiction yalnızca tür kurallarını yıkmakla kalmamış, aynı zamanda bu kuralların yeniden yazılmasına da ilham olmuştur.
4. Scream (1996)

Psycho’da filmin yıldızının hikâyenin erken bir noktasında öldürülmesi, sinema tarihine damgasını vurmuştu. Bu cesur anlatım tekniği, yıllar sonra Wes Craven’ın Scream (Çığlık) filminde yeniden karşımıza çıktı. Korku türünün klasiklerine hem saygı duruşunda bulunan hem de bu türü tiye alan Scream, açılış sahnesinde Drew Barrymore gibi tanınmış bir yıldızı öldürerek ters köşe yaptı. Bu da neredeyse Psycho’daki ölüm kadar beklenmedikti. Ancak filmi o dönemde çıkan korku filmlerinden ayıran şey yalnızca bu değildi. Scream çıktığında seyirciler, bir grup gencin çılgın bir katil tarafından teker teker öldürüldüğü slasher film şablonunun pek çok örneğini görmüştü ama Kevin Williamson’ın zeki senaryosu, türün iyi bilinen kurallarını eğlenceli bir şekilde ele alarak yalnızca bir korku hikâyesi değil, türün klişelerine meydan okuyan bir meta anlatı sundu.
Korku hayranlarına göz kırpan bu eğlenceli meta yapı, türün kurallarını hikâyeye açık biçimde dahil ederek yıktı. Film, korku türünün bilinen yapı taşlarını tersine çevirirken, aynı zamanda 1990’ların gençlik filmleri estetiğini modern bir slasher formülüyle birleştirdi. Ayrıca, popüler kültür referansları ve mizahi diyaloglarla, türün aynı zamanda eğlenceli de olabileceğini gösterdi. Scream, korku sinemasına yeni bir soluk getirmekle kalmadı; aynı zamanda sonraki yıllarda birçok filme ilham verdi ve türün kendi üzerine düşünmesini sağladı.
5. The Matrix (1999)

Wachowski Kardeşler tarafından yazılıp yönetilen The Matrix, bilim kurgu ve aksiyon türlerini kökten değiştirirken, yalnızca sinemada değil, popüler kültürde de derin izler bıraktı. İnsanlığın yapay zekâ tarafından kontrol edildiği bir simülasyon evrenini konu alan film, felsefi derinlik ile dövüş sanatları filmlerinin estetiğini bir araya getirerek bilim kurgu ve aksiyon türlerinin alışıldık sınırlarını aşmayı başardı.
Film, bir hacker olan Neo’nun (Keanu Reeves), yaşadığı dünyanın bir simülasyon olduğunu keşfetmesini ve bu düzeni kontrol eden yapay zekâya karşı insanlık direnişine katılmasını konu alır. İzleyiciyi “gerçek nedir?” sorusuyla yüzleştirirken, Baudrillard’ın simülasyon kuramından esinlenen temalarla da ilgilenir. Felsefi alt metniyle dikkat çeken, Hong Kong aksiyon sinemasından ilham alan sahneleriyle heyecan yaratan The Matrix, bu eşsiz karışımla kuralları baştan yazan, kendinden sonra gelen onlarca yapıma ilham veren bir film olarak fark yarattı.
The Matrix, Neo’nun “the one” (seçilmiş kişi) olduğu hikâye yapısında Joseph Campbell’in ünlü “kahramanın yolculuğu”** arketipine sadık kaldı ama bunun da meşruiyetini sorguluyarak kahramanlık hikâyelerinin alışılmış kalıplarını tartışmaya açtı. Film ayrıca, ünlü “bullet time” sekansı gibi unutulmaz sahneleriyle aksiyon sinemasında görsel dilin evrimini başlattı. Wachowski Kardeşler’in cesur vizyonu sayesinde The Matrix yalnızca döneminin değil, tüm zamanların en etkili yapıtlarından biri olmaya devam ediyor.
6. Dancer in the Dark (2000)

Lars von Trier’in Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans) filminin ana karakteri olan Selma (Björk) bir müzikalin içinde gibi davranmayı sevdiğini söyler ve ekler: “Çünkü bir müzikalde korkunç şeyler olmaz.” Evet, müzikal filmlerde korkunç, trajik olaylar görmeyi beklemeyiz ancak Dancer in the Dark için bu durum geçerli değil. Bir “anti-müzikal” olarak da tarif edilen film, Selma Ježková adlı görme yetisini kaybetmekte olan bir göçmen kadının trajik hikâyesini anlatır. Amerikan rüyasını hayal eden ancak acımasız bir gerçeklikle karşılaşan Selma, hayatın dayanılmaz yüklerinden kaçmak için kendini müzikle dolu hayal dünyasına bırakır. Cannes Film Festivali‘nde Altın Palmiye ödülüne layık görülen, Björk’e de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren film hem büyük övgüler aldı hem de yoğun tartışmalar yarattı.
Dancer in the Dark, seyirciye umut ve neşe veren müzikallere dair beklentiyi alt üst eder, müzikal sahneleri karanlık ve trajik bir anlatının içine yerleştirir. Selma’nın hayal dünyasında gerçekleşen bu sahnelerin dışında izleyiciyi acımasız bir gerçeklik bekler. Lars von Trier, geleneksel müzikallerdeki gösterişli koreografiler ve kusursuz görsellik yerine, minimalist bir estetik ve avangart bir yaklaşım benimser. Şarkılar, karakterlerin psikolojik durumlarının bir uzantısı gibi işlev görür ve anlatıya duygusal bir derinlik katar.
Film aynı zamanda Dogma 95 akımının prensiplerinden esinlenerek, geleneksel sinema tekniklerini de terk eder. El kamerasıyla çekilen sahneler, seyirciyi olayların içine çekerken, hikâyeyi daha ham ve gerçekçi bir şekilde sunar. Bu, müzikal türünün parlak ve idealize edilmiş dünyasından tamamen farklı bir estetik yaratır. Selma’nın masumiyeti ve çaresizliği, izleyiciyi derin bir empatiye zorlayarak, müzikallerin eğlence odaklı doğasına meydan okur. Hem bir trajedi hem de bir müzikal olarak değerlendirilebilecek bu yapım, türlerin nasıl sınırları zorlayarak, kuralları yıkarak dönüştürülebileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir.
7. Shrek (2001)

Disney’in hüküm sürdüğü animasyon film dünyasında 2001 yılında ortaya çıkan yeşil dev her şeyi değiştirdi. DreamWorks Animation imzalı Shrek, peri masalı ve animasyon türüne meydan okuyan, alaycı bir başyapıt olarak klasik kahramanlık hikâyelerinin kurallarını yıktı ve “mutlu son” klişelerini ters yüz etti. 2002’de, Akademi Ödülleri tarihindeki ilk Animasyon Film Oscar’ını kazanan Shrek, mizahi alt metni ve cesur anlatımıyla hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap ederek animasyon sinemasında çığır açıcı oldu.
Filmin kahramanı Shrek, geleneksel bir masal kahramanı yerine, bataklığında huzurla yaşamak isteyen bir “çirkin” devdir. Fiona ise sıradan bir prenses (bir Disney prensesi) değildir; onun hikâyesi güzellik standartlarını ve romantik idealizasyonları sorgular. Film, peri masalı türünün kurallarını yıkarken, alaycı ve meta bir anlatı dili kullanır. Klasik peri masallarındaki “iyi” ve “kötü” ayrımı, Shrek’in dünyasında bulanıklaşır; devler kötü olmak zorunda değildir ve yakışıklı prensler her zaman kahraman olmayabilir. Ayrıca, popüler kültür referansları ve etkin bir şekilde kullanılan modern şarkılar, filmi türün geleneksel kalıplarından tamamen koparır.
O dönemin animasyonlarının parlak ve idealize edilmiş dünyalarına karşılık, Shrek karanlık bir mizah ve ironik bir tonla, kusurlu ve çelişkili karakterlere yer verir. Ayrıca, filmdeki toplumsal mesajlar ve öz sevgi teması, peri masallarının öğrettiği güzellik ideallerine meydan okur. Fiona’nın “gerçek aşk” sonucunda dev olarak kalmayı seçmesi, yalnızca klasik masalları değil, toplumun ve popüler sinemanın dayattığı fiziksel güzellik normlarını da ters yüz eder.
8. 28 Days Later (2002)

Danny Boyle’un 28 Days Later (28 Gün Sonra) filmi, zombi türünü yeniden tanımlayan film olarak anılır. Alex Garland’ın yazdığı film, Londra’da yayılan bir “öfke virüsü” salgını sonrası hayatta kalmaya çalışan bir grup insanın hikâyesini anlatır. Film, türün geleneksel kurallarını hem biçimsel hem de tematik düzeyde yıkarak yeni bir çağ başlatmıştır.
Zombi filmlerinin klişesi olan yavaş hareket eden, bilinçsiz yaratıkların aksine, 28 Days Later’da “zombiler” (teknik olarak enfekte olmuş insanlar), inanılmaz hızlı ve vahşi olmalarıyla izleyiciyi şaşırtır. Modern zombi türüne zemin hazırlayan 1932 yapımı White Zombi ve George A. Romero‘nun 1968 yapımı Night of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi) gibi klasik filmlerde görülen hantal zombilerin aksine, bu zombiler çevik, saldırgan, amansızdır ve anlatıya yeni bir dehşet düzeyi katar. Ayrıca, enfekte olmuş bireylerin bilimsel bir virüsle açıklanması, zombi filmlerindeki doğaüstü unsurlardan uzaklaşarak daha gerçekçi ve modern bir yaklaşım sunar. Bu durum, türün sosyal metafor potansiyelini artırmış ve izleyiciyi salgın, hastalık ve insan doğası gibi daha güncel meseleler üzerine düşünmeye teşvik etmiştir.
28 Days Later’ın diğer zombi filmlerinin aksine daha gerçekçi olan hikâyesi, kıyamet sonrası dünyanın gerçekçi tasviriyle desteklenir. Dijital kameralarla çekim yapan Boyle, Londra’nın ıssız sokaklarına ürkütücü bir gerçeklik katmış, düşük bütçeye rağmen etkileyici bir post-apokaliptik dünya yaratılmasını sağlamıştır. Ham ve belgesel tarzı görüntülerin yanı sıra hızlı kurgu ve sallanan kamera da izleyicilerin filmin kaosuna ortak olmasını sağlayarak gerçekçilik duygusunu arttırmaya yardımcı olur. Film böylece görsel ve atmosferik anlamda da türe yenilikler getirir. 28 Days Later’ın tematik derinliği ve yenilikçi stili, türün sınırlarını genişleterek, zombi hikayelerinin modern toplumun kaygılarını yansıtabileceğini gösterir.
9. No Country for Old Men (2007)

Coen Kardeşler’in No Country for Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) filmi, modern sinemanın en etkileyici neo-western yapıtlarından biri olarak hafızalardaki yerini koruyor. Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından uyarlanan film, geleneksel bir kovalamaca hikâyesini alıp, izleyicilerin beklediği dramatik çözüm ve kahramanlık anlarını reddederek türün kurallarını baştan yazıyor. Şiddetin ve ahlakın doğasını sorgularken, minimalist anlatımı ve sıra dışı yapısıyla izleyiciyi alışılmış formüllerden uzaklaştırıyor.
Film, bir çanta dolusu uyuşturucu parası bulan Llewelyn Moss’un (Josh Brolin) hayatının, acımasız bir kiralık katil olan Anton Chigurh (Javier Bardem) tarafından altüst edilmesini konu alır. Moss ve Chigurh arasındaki kovalamaca, Western türüne özgü kahramanlık ve adalet temalarını sorgular. Bu klasik hikâyede, bir şerifin (Tommy Lee Jones) olaylara müdahale etmesi beklenir ancak Ed Tom Bell karakteri, çaresizliği ve yaşadığı içsel çatışmalarla, düzeni sağlayan bir otorite figürü olmaktan uzaktır. Film, geleneksel kahraman-anti-kahraman dinamiğini ters yüz ederek, hiçbir karakteri tipik bir şekilde ödüllendirmez ya da cezalandırmaz.
No Country for Old Men, türün en köklü unsurlarından biri olan dramatik müziği bile reddederek yenilikçi bir adım atar. Film boyunca neredeyse hiç müzik kullanılmaz, bu da gerilimi artırırken izleyiciyi olayların ham ve gerçekçi atmosferiyle baş başa bırakır. Ayrıca, Anton Chigurh karakteri, Hollywood’un geleneksel kötü adam şablonunu benzersiz bir şekilde yıkar. Ahlaki bir pusula yerine şansa dayalı bir adalet sistemiyle hareket eden bu karakter, korkutuculuğunu tahmin edilemezliğinden alır. Film, sürpriz bir sonla ana karakterin hikâyesini beklenmedik bir noktada sonlandırarak izleyicilerin dramatik bir yüzleşme yaşama beklentisini boşa çıkarır. Geleneksel Western ve suç filmlerine meydan okuyan No Country for Old Men, felsefi derinliğiyle de iz bırakan bir başyapıttır.
10. Get Out (2017)

Jordan Peele tarafından yazılıp yönetilen Get Out (Kapan), korku türüne yeni bir soluk getirirken türün sosyal meseleleri ele almadaki potansiyelini de ortaya koydu. Irkçılık, kimlik ve sömürü gibi temaları cesur bir şekilde ele alarak korku sinemasında nadiren işlenen konuların etrafında dönen film, psikolojik gerilim, toplumsal eleştiri ve korku ögelerini birleştirerek kendine özgü bir alan yarattı. Korkunun yalnızca fiziksel bir tehditten değil, sistematik baskılardan da doğabileceğini gösteren film türün kurallarını yıkarken, komedi oyuncusu olarak tanınan Peele için son derece başarılı bir ilk yönetmenlik denemesi oldu ve En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını kazandı.
Get Out, beyaz bir kadın olan Rose (Allison Williams) ile siyah erkek arkadaşı Chris’in (Daniel Kaluuya), Rose’un ailesini ziyarete gitmesiyle başlar. Başlarda sıradan bir aile buluşması gibi görünen bu ziyaret, zamanla Chris’in etrafındaki tuhaflıkları fark etmesiyle gerilim dolu bir kabusa dönüşür. Film, sevgilinin ailesiyle tanışma durumunun evrensel gerilimini alıp, bunun arkasına Amerikan toplumundaki ırk ilişkilerini ve mikro saldırganlıkları yerleştiriyor. Ayrıca korku türünün en bilinen klişelerini ters yüz ederek türün sınırlarını genişletiyor, örneğin filmde, korku filmlerinin “final girl” klişesi, beyaz kadın karakterin korkunun kaynağı olduğu bir twist ile yer değiştirir. Bir korku filminde yetkililer, bir karakterin kurtuluşu arayabileceği son yerlerden biridir, ancak filmin başında bir polis memurunun Chris’e karşı ırkçı tavrını gördüğümüzden, Get Out’un sonunda polis bir kurtarıcı değil, kolektif bir korku anının temsilcisi hâline gelir.
Peele, klasik “kurtarıcı” ya da “şiddetle intikam” çözümüne başvurmadan, zekice tasarlanmış bir anlatıyla gerilim yaratmayı başarır. Korkunun kaynağını hayaletler ya da doğaüstü varlıklardan ziyade, modern sosyal gerçekliklerden türeten film, toplumsal eleştiriyi sinema sanatının bir parçası hâline getirerek, korkunun neyi temsil edebileceği konusundaki algıları kökten değiştirmiştir.
Terimler Sözlüğü
*Slasher: Slasher, korku sinemasının bir alt türü olup genellikle maskeli ya da kimliği gizlenmiş bir katilin, belirli bir grup insanı sistematik bir şekilde öldürmesini konu alır. Türün temel özellikleri arasında yüksek gerilim, vahşi cinayet sahneleri ve hayatta kalmaya çalışan bir “son kız” (final girl) karakteri bulunur.
**Kahramanın Yolculuğu: “Kahramanın Yolculuğu” (The Hero’s Journey) kavramı, Joseph Campbell’in dilimize “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” olarak çevrilen “The Hero with a Thousand Faces” adlı kitabında ortaya koyduğu, farklı kültürlerdeki mitlerde ortak olarak görülen bir hikâye yapısını tanımlar. Bu arketip, kahramanın tanıdık dünyasından ayrılıp bir maceraya atılması, çeşitli engelleri ve zorlukları aşarak dönüşüm geçirmesi ve sonunda öğrendiği bilgileri ya da kazandığı gücü geri dönüp topluluğu ile paylaşmasını içerir. Bu yapı, modern hikâye anlatıcılığında da sıkça kullanılan evrensel bir anlatı formudur.
Kaynakça
Bordwell, David. Film Art: An Introduction. McGraw-Hill, Ocak 2000.
“How 28 Days Later Redefined The Zombi Genre” CBR. WEB. 20.01.2025
“How Scream changed the rules of horror” Blunt Magazine. WEB. 20.01.2025
Kolker, Robert P. Alfred Hitchcock’s Psycho: A Casebook. Oxford University Press. Ağustos, 2004