Son yıllarda üst üste çektiği The Wolf of Wall Street, Silence ve The Irishman gibi filmlerle, zaten sinema tarihine altın harflerle yazdırdığı adını daha da perçinleyen, 21. yüzyılın en büyük yönetmenlerinden Martin Scorsese’nin; yazar David Grann’in aynı isimli kitabından uyarladığı Dolunay Katilleri (Killers of the Flower Moon) bu hafta vizyona girdi. Film, Cannes Film Festivali’nde galasını yaptığı Mayıs ayında, dokuz dakika ayakta alkışlandığından beri sinemaseverler tarafından heyecanla bekleniyordu ve aldığı tepkilere bakılırsa, tüm bu beklentileri fazlasıyla karşıladı demek mümkün. Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas gibi filmlerle sinema efsanelerine imza atan ikili Robert De Niro ve Martin Scorsese’yi onuncu kez bir araya getiren film, Osage cinayetlerini çevreleyen gerçek olayları konu alıyor. Maddi çıkar uğruna işlenen bu seri cinayetler sonucunda, 1920’lerde onlarca kişinin öldürüldüğü ve Amerika’nın meşhur istihbarat ajansı FBI’ın bu olayları aydınlatmak maksadıyla ortaya çıktığı biliniyor. Scorsese bu hikayeyi ele alırken, merkeze Ernest, Mollie ve Hale’in hikayelerini koyarak, karakter odaklı bir anlatı kurmayı tercih ediyor. Bunun sonucunda, bu tarz filmlerde ekseriyetle görmeye alışık olduğumuz gibi FBI’ın kuruluşunu vurgulayan daha geniş çaplı ve politik bir anlatıdan ziyade, çok daha kişisel ve şahsi deneyimler üzerinden gösterilen bir hikaye ortaya çıkmış oluyor.
Geçtiğimiz yüzyılın başlarında kendi arazilerinden sürülerek Oklahoma’nın çorak topraklarına gönderilen Osage Ulusu, bu topraklardan petrol çıkmasıyla bir anda zenginleşmişti. Elbette bu durum onları, özellikle zenginliklerine konmak isteyenler tarafından bir hedef tahtası haline getirdi. Film, Leonardo DiCaprio tarafından canlandırılan, çok parlak olmadığı gibi herhangi bir bariz yeteneği de göze çarpmayan Ernest’ın amcasının yanına gitmesiyle başlıyor. Amca William King Hale (Robert de Niro), Osage bölgesinde adeta bir krala dönüşmüş, bölgenin kurallarını belirleyen, hem Osage halkıyla hem de bölgedeki beyaz halkla işbirliği yapıp, günün sonunda kendi çıkarlarını gözetme peşinde olan bir karakter. Amcasının yanında şoförlük yapmaya başlayan Ernest’ın yolu Mollie (Lily Gladstone) ile kesişiyor ve çok geçmeden aralarında bir aşk alevleniyor. Evliliklerinin hemen ardından Mollie’nin yakın akrabaları başta olmak üzere, Osage nüfusundan bir sürü kişi, birbiri ardında ölmeye başlıyor. Kendisi de şeker hastası olan Mollie’nin sağlığı ise, günden güne bozuluyor. Eric Roth ve Scorsese tarafından kaleme alınan senaryoda olaylar bilhassa bu üçlü etrafında dönüyor. Fakat, hikayeye çeşitli noktalarda birçok önemli karakter ve tanıdık sima dahil oluyor. Cinayetleri araştırması için gönderilen ajan Tom White rolündeki Jesse Plemons, açılan davada birbirlerine rakip iki avukatı canlandıran John Lithgow ile Brendan Fraser ve Mollie’nin annesi olarak izlediğimiz Tantoo Cardinal bu örneklerden sadece birkaçı.
‘‘Bu resimdeki kurtları bulabilir misin?’’ (‘‘Can you find the wolfes in this picture?’’) diye yüksek sesle okuyor Leonardo DiCaprio filmin başında, bir çocuk kitabından. Bu oldukça önemli bir replik, zira filmin ilk yayınlanan fragmanlarından birinde de kullanılıyor. ‘‘Picture’’ kelimesi İngilizcede hem resim hem de film anlamında kullanılır, dolayısıyla Scorsese izleyiciyi daha en başından, filmdeki kurtlara dikkat etmeleri konusunda uyarıyor. Aslında bu filmdeki aç gözlü, vahşi kurtlar hiç de gizli değil. Dolunay Katilleri, kötülüğün filhakika gözler önünde işlendiğini seyircinin yüzüne tokat gibi vuruyor. Film, insanların çıkarları uğruna ne kadar kolay cinayet işleyebileceğini çarpıcı bir şekilde gösteriyor; öte yandan da yapılan kötü davranışların hiçbirini gölgede bırakmıyor. Scorsese, birbirlerine sevgiyle bağlı olan ve etraflarında yaşanan onca trajediye rağmen hayatlarını sürdürmeye çalışan bir çift ile; geniş çerçevede kötülüğün doğası arasında bir çizgi çiziyor ve film boyunca o ince çizginin iki tarafında gidip geliyor. Bu filmde gördüğümüz kurtar, sonunda kendilerine fayda sağladığı sürece, yaptıklarının yanlış olduğuna aldırış etmiyor. Yani kurtlar aracılığı ile simgelenen kötülük, filmin tekrar eden bir örgesi haline geliyor. Film, bu özelliğiyle bir dönem draması olmanın ötesine geçerek, aynı zamanda kötülüğe, açgözlülüğe ve savunmasız bir topluluğun uğradığı bariz sömürüye dair bir temaşa haline geliyor. Filmde hayvanlar aracılığı ile temsil edilen kötülük sadece kurtlardan ibaret değil. Birçok Amerika yerlisinin inancında da olduğu gibi, baykuşlar üzerinden de ölümün geldiği simgeleniyor. Aynı şekilde hem sorgu sahnesinde, hem de tarlaları yanarken hasta yatağındaki karısının kendisine ‘‘sıradaki sen olacaksın’’ dediği sahnede, Ernest’ın etrafında uçan sinekleri görüyoruz. Bu durumu, Ernest’ın çürümüşlüğünü ve yozlaşmışlığını simgeliyor şeklinde yorumlamak mümkün.
Belki Dolunay Katilleri, Scorsese’nin alışık olduğumuz gangster filmlerinden biri değil ama usta yönetmenin yarım asırdır ele aldığı, yozlaşmış ve şiddet yanlısı çeteci adamların hikayelerinden çok da farklı değil aslında. Tabii bu noktada hikayeyi çok daha çarpıcı kılan bir nokta var, gerçek olaylara dayaması. Scorsese, bu olayları görünürde Ernest ve Mollie’nin kişisel hikayeleri üzerinden anlatıyor gibi dursa da, tarihte yaşanan karanlık olaylara dokunmadan da geçmiyor. Tulsa Katliamı ve KKK’nın etkisine dair yapılan atıflarla, ülkenin geçmişinde yaşanan şiddete, ırksal baskılara ve eşitsizliklere de dikkat çekerek; sistematik açgözlülüğe ve ırkçılığa yönelik kritik noktalara değiniyor.
Filmin bir diğer takdire şayan tarafı ise Scorsese’nin kitabı uyarlarken uygulamaya karar verdiği kültürel yaklaşım. Scorsese hikayeyi mümkün mertebe Osage topluluğunu tatmin edecek ve doğruları yansıtacak şekilde anlatmaya özen gösteriyor. Elbette bunun için detaylı araştırmalar yapılması ve Oklahoma’daki Osage topluluğuyla sıkı bir iletişim halinde olması gerekiyor. Usta yönetmen bir röportajında bu durumu şöyle anlatıyor: ‘‘Doğal olarak başta çok temkinli yaklaştılar. Onlara şunu izah etmem gerekiyordu, olayları mümkün olduğu kadar dürüstçe ve açık açık ele alacağım.’’. Scorsese sözünü tutmuş olacak ki film, Osage soyundan gelen kişiler tarafından da oldukça olumlu karşılanıyor. Örneğin, Osage Ulusunun eski şefi ve maktullerden birinin torunu Jim Gray, attığı bir tweet serisinde, Scorsese’nin kendisi de dahil olmak üzere topluluktan birçok kişiyle tek tek gelip görüştüğünü doğrularken, filmi muazzam bulduğunu da ekliyor. Daha önce böyle bir film izlemediğini, filmin şiddeti olduğu gibi yansıttığını, ayrıca Osage halkından olmayan oyuncuların dahi Osage dilini gayet güzel konuştuğunu söylüyor.
Elbette bu noktada oyunculuklara bir paragraf açmakta fayda var. Certain Women filmindeki performansıyla zaten akıllarda yer etmiş olan Lily Gladstone, Mollie rolüyle kendini aşıyor. Gladstone, Mollie’yi o kadar gerçekçi ve samimi bir şekilde canlandırıyor ki, adeta karakterle bütünleşiyor demek mümkün. Yeri geldiğinde soğukkanlılığı, yeri geldiğinde nüktedanlığı ve özellikle bazı sahnelerdeki yürek burkan feryatlarıyla, kendisini bu senenin Oscar adayları arasında görmemiz kuvvetle muhtemel. Scorsese ile altıncı kez uzun metrajda bir araya gelen Leonardo DiCaprio özellikle filmin son 90 dakikasında kariyerinin en başarılı oyunculuğunu sergiliyor. Bir insanın bir taraftan sevgi, bir taraftan kötülükle dolu olabileceğini seyirciye ikna edici bir şekilde geçiriyor. Robert De Niro ise günümüzde yaşayan en iyi oyunculardan biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. İkiyüzlülüğün ve kötülüğün ete kemiğe bürünmüş hali William King Hale rolünün altından öyle bir kalkıyor ki, hem filmdeki karakterlere hem de seyirciye gerçek bir kral olduğunu hissettiriyor.
Scorsese’nin vizyonunun bu kadar başarılı bir şekilde hayata geçmesinin ardında elbette filmin görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto’nun da katkıları büyük. Son dört filminde de Scorsese ile birlikte çalışan Prieto, bu filmdeki hem geniş, hem yakın planları tasvir ederken, kamerasıyla resim çiziyor sanki. Özellikle petrolün ilk bulunduğu ağır çekim sahne ve filmin sonuna doğru gösterilen, yukarı açıdan çekilmiş geniş plan, şimdiden klasik sahneler arasına girmeyi hak ediyor. Atmosferin bu kadar başarılı yansıtılmasını sağlayan bir diğer etmen ise filmin müzikleri. Robbie Robertson’ın seyircinin ilgisini canlı tutarken, filme ek bir ritim katan besteleri, filmin yaklaşık üç buçuk saatlik uzun süresinin hiç sıkmadan geçmesinin önemli bir faktörü haline geliyor. Ne yazık ki, Scorsese ile yakın arkadaş olduğunu bilinen ve birçok filmde onunla birlikte çalışan Robertson, filmin gösteriminden kısa bir süre önce hayata veda ediyor ve bu nedenle Scorsese, Dolunay Katilleri’ni kendisine adıyor.
Uzun lafın kısası, son filmi Dolunay Katilleri’nde Martin Scorsese, seyirciye sadece bir film vadetmiyor… Tarihin, kötülüğün ve insanlığın iç içe geçtiği, karmaşık ve düşündürücü bir hikaye sunuyor. Filmin çarpıcı ve bir o kadar ezber bozan final sekansının ardından kapanış jeneriği aktığında, seyirciye sadece bir hikaye izlettirmiş olmakla kalmıyor, bir dönemin toplumsal hafızası altında onları ezerek, tarihte yaşanan ancak hiç yaşanmamış gibi unutulup giden olaylarla yüzleşmeye zorluyor. Yani, hikaye anlatımı açısından benzersiz, oyunculuk açısından kusursuz, görsellik açısından büyüleyici olan bu çarpıcı filmden seyirci; hem filmdeki hem de tarihteki kurtları bulmuş olarak çıkıyor.
Dolunay Katilleri, 20 Ekim’den itibaren sinemalarda izlenebilir.
Kaynakça:
‘‘Find the Wolves: Martin Scorsese on Killers of the Flower Moon’’. The Austin Chronicle. Web. 21.10.2023