Kralın Laneti (The King’s Evil) şimdilerde çeşitli gazetelerde, dergilerde ve sosyal medya hesaplarında sanat yazıları ve öyküler yazmakta olan Amerikalı eleştirmen ve yazar Will Heinrich‘in 2003 yılında yayımlanan ilk romanıdır. 2019’da dilimize çevrilmiş olan bu tüyler ürpertici eser, insan tabiatına dair yazılmış en etkileyici çağdaş dönem romanlarından biri haline gelmiştir. Bu yazıda Kralın Laneti kitabının bizlere aslında ne anlatmak istediğine değinirken, kurgunun gidişatı hakkında da önemli bilgilerin verilmiş olduğunu önceden belirtmek isteriz.
Mondrian ve Sanattan Vazgeçiş

“İnsan benliğinin ve kimliğinin herhangi bir dengesi ya da temel yapısı var mıdır; yahut birey olarak adlandırabilecek değişmez bir öz olabilir mi?”
İlk bölümde ana karakterimiz Joseph‘in küçük yaşlardan itibaren resim sanatına olan ilgisini görüyoruz. Bunu gelecekte bir kariyere dönüştürmekte kararsız olan ancak sanat üzerine eğitim alan ve kendisini ressam olarak tanımlayan Joseph, on yedi yaşındayken ilk kez bir Modern Sanatlar Müzesi’ne gitmeye karar veriyor. Gazetelerde “sıradan gözler için fazla ağır” şeklinde tanımlanan bu müzede, soyut sanatın öncülerinden olan Hollandalı ressam Piet Mondrian‘a ait tablolar bulunuyor. İçeri girdiği andan itibaren Joseph’in eserleri eleştirel ve biraz da kibirli bir tavırla incelediğini görüyoruz ta ki sanatçının en ünlü eserlerinden Güneş Işığındaki Yel Değirmeni (The Windmill in Sunlight) ve sonrasında Kırmızı Değirmen (The Red Mill) isimli tablolarını görünceye dek. Bu yel değirmenlerinden oldukça etkilenen ve bu tabloları bir “Tanrı” olarak görüp onları resim sanatının ulaşabileceği en üst seviye olarak değerlendiren Joseph sanat kariyerini henüz başındayken sonlandırma kararı alıyor. Bu noktadan sonra ani bir kararla üniversiteye gidip hukuk eğitimi almaya başlayarak avukatlık kariyerine adım atıyor.
Joseph‘in kitabın ilk bölümlerinde hem kariyer hem de duygusal anlamda pek de istikrarlı bir karakter olmadığını ve devamlı bir arayış içerisinde olduğunu görüyoruz. İnsanlarla sosyal ilişkilerini mesafeli bir düzeyde tutmasına rağmen herkese karşı yardımsever ve faydalı olmayı kendine amaç ediniyor. Ressam olmaktan vazgeçip babası gibi avukat olmayı seçmesinde de aslında babasının hayatı boyunca insan hakları için mücadele etmiş ve yardım kuruluşlarının avukatlığını yaparak takdir toplamış bir adam olmasının büyük etkisi olduğunu görüyoruz. Hem böylesi bir takdiri toplayacak hem de ailesinin saygısını kazanacak olan zirvede olmaya dair umutları, sanat kariyeri açısından yıkıldığı için babasının izinden giderek bu idealin avukatlıkla gerçekleşebileceğini umuyor. Ancak oldukça sıradan geçen hukuk kariyeri de anne ve babasının peş peşe ölümleri ve kendisine kalan yüklü mirasla yeniden bambaşka bir yöne savruluyor. Joseph kendisine kalan bu servetin büyüklüğü karşısında hayırsever bir avukat olan babasının böylesine bir serveti meşru yollardan kazanıp kazanmadığına dair bir şüpheye kapılsa da bu düşünceleri hemen aklından siliyor. Bu da Joseph’in aslında her zaman yalnızca iyi ve güzel olana odaklanarak kötü ve çirkin olan olanı tamamen göz ardı ettiği, hayata tek bir pencereden baktığı görüşünü gözler önüne seriyor.
Kötülüğün Doğuşu

“Sanırım ne tek başına iyilik, ne de tek başına kötülük diye bir şey vardır. Bunlar birbirinin gölgesi olduğundan, biri olmadan diğeri var olamazdı: İyilik ve kötülük birbirlerinin ayrılmaz parçasıdır.”
Joseph ailesinden kalan miras sayesinde avukatlığı da bırakarak şehirden uzak bir kasabaya yerleştikten sonra tek başına, tekdüze ama huzurlu bir hayat yaşamaya başlar. Kurduğu bu yeni düzen bir sabah kapısının önünde kötü bir şekilde dövülmüş, baygın halde yatan Abel‘ı görmesiyle tamamen değişir. Abel’ın geçmişi hakkında yazar okuyucuya pek fazla bilgi vermemekte. Yalnızca ilgisiz bir ailede doğduğu ancak bir şekilde onlardan koptuğu ve sokakta hırsızlık yaparak yaşamını sürdürdüğünü parça parça verilen bilgilerden öğreniyoruz. Joseph bu savunmasız ve yardıma muhtaç olan çocuğa karşı bir şefkat beslese de kurduğu düzenin tekrar bozulacağı korkusuyla onu kapı dışarı etme isteğini aklından kısa bir an için geçiriyor ancak hemen bu düşünceyi de uzaklaştırarak Abel’a evini açıyor. Abel’ın yaralarını tedavi etmesi için kasaba doktoru olan Michael‘ı çağırıyor. Çocuğun karanlık tarafının sinyallerini ilk kez bu muayene sırasında siyahi bir doktor olan Michael’a yönelik ırkçı söylemleriyle alıyoruz.
Joseph ile Abel‘ın ilişkisi başlarda mesafeli ve temkinli olsa da birbirlerine giderek alışmaya başlıyorlar. Abel hem eve hem Joseph’e günden güne daha fazla alışıp üzerindeki çekingenliği de hızla atarak konuşkan bir yapıya bürünüyor. Joseph ise gün geçtikçe Abel’ın evdeki varlığına alışıyor hatta ona karşı duyduğu derin bağlılıkla çocuğu her planına dahil ederek onu bir an bile yalnız bırakmıyor. Ancak Joseph’in orman yürüyüşlerini yalnız yapmayı özlemesi veya kasaba tanıştığı kız arkadaşı Diana ile yalnız buluşmak istemesinden içten içe eski yaşamının özlemini çekiyor oluşunu da anlıyoruz. Günler geçtikçe Abel’ın kitaplara ve bilgiye olan düşkünlüğü, okuduğu kitaplar hakkında Joseph ile yaptığı tartışmalar yaşının çok üstünde, şaşırtıcı bir zekaya sahip olduğunu gösteriyor ancak bu zekası giderek kötücül bir hale dönüşmeye başlıyor. Abel’ın çok basit sebeplerle sürekli sinir krizleri geçiren ve her seferinde bir önceki kavgadan çok daha tehlikeli bir hale bürünen karakteri Joseph kadar okuyucunun da gerilmesine sebep oluyor. Joseph başlarda çocuğu sakinleştirmeye çalışsa da bunun hiçbir işe yaramadığını fark edip Abel’a oldukça şiddetli tepkilerle karşılık vermeye başlıyor. Çocuğu evine alarak kurmuş oldukları yakın ilişkinin Abel’ın kötücül karakteriyle yıkıma uğramasına rağmen Joseph’in onu ısrarla evden göndermemesi ve bu kötülüğün günden güne kendi karakterine de bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet etmesi Abel’ı öldürmesiyle sonlanıyor.
Bu korkunç cinayet anına kadar geçen süreçte yazar okuyucuların da sinir uçlarıyla oynayarak herkesin içinde gizlemeye çalıştığı karanlık tarafı açığa çıkarmaya çalışıyor. Abel‘ın saf kötü karakteri ve eylemlerini bir nevi tuzak olarak kullanan yazar yalnızca Joseph‘in değil bizlerin de şiddete olan mesafemizi sorgulatıyor. “Abel’ın öldürülmesi kötülüğün kaynağını ortadan kaldıracak bir çözüm müydü yoksa çok daha büyük bir kötülüğün doğuşuna mı sahne oluyordu?” sorunuyla okuyucuyu baş başa bırakıyor.
Kralın Laneti: Tüberküloz

Hem annesinin hem de babasının tüberküloz sebebiyle birkaç dakika arayla ölmesi Joseph‘in bu hastalığa karşı yoğun bir ilgi duymasına sebep oluyor. Yıllarca hastalığın tarihinden, yarattığı etkilere ve vaka örneklerine kadar takıntı düzeyinde bir tutkuyla hastalığı araştırmaya başlıyor. Bir gün Abel, Joseph’e tüberküloza dair ilgisinin sebebini sorduğunda bunu tam olarak bilmediğini ama içten içe hastalığın tarihine karşı hayranlık duyduğunu kendine itiraf eder. Joseph, kolay bulaşan bir hastalık olmayan tüberküloza yakalanmak için enfekte olmuş biriyle sürekli yakın temasta bulunmak gerektiğinden bu hastalığın temelde sosyal ilişkilerle bağlantılı olduğunu düşünmektedir.
“İnsanlar ne kadar yakın ve samimi bir şekilde yaşarsa, sanki iyilik mantıksal olarak kötülükle eşleşmek zorundaymış gibi, hastalığın yayılması da o ölçüde artar.”
Araştırmalarına başladığı sırada dikkatini çeken ilk şey tüberküloza “kralın laneti” adının verilmesi oluyor. On sekizinci yüzyıla kadar İngiltere’de bu hastalığın kralın bir dokunuşuyla iyileşebildiğine inanılıyordu. Joseph bu olayı Hristiyanlıktaki tanrısal inayet ve bağışlayıcılığı ifade eden bir metafor olarak düşünüyor ve bu hastalığı kralın işlediği veya işlenmesine izin verdiği bir günah olarak yorumluyor. Ona göre tanrısal bir güce sahip kralın yönettiği ülkede birilerinin bu hastalıktan ölmesinin tek sorumlusu kraldır. Joseph tüberkülozun yayılış şeklinden yola çıkarak kötülüğün yayılış şekliyle bağlantı kurmaya başlıyor. Bu düşünceyle bizzat işlemiş olduğu cinayetteki rolünü edilgen duruma getirmeye çalıştığını ve bu sayede de suçluluk duygusunu hafifletmeye çabaladığını düşünülebiliriz.
Will Heinrich bu eseriyle yalnızca iki karakter arasındaki ilişkiden yola çıkarak yüzleşmekten korktuğumuz kötülük kavramıyla oldukça tedirgin edici bir biçimde bizleri baş başa bırakıyor. Bitirdikten çok sonra bile hakkında uzun uzun düşünmeye devam edilebilecek kısa ama son derece çarpıcı bu romanda eminiz ki daha yoruma açık pek çok detay bulunuyor.
Kaynakça
Heinrich, Will. Kralın Laneti. İstanbul: Jaguar Kitap, 2024