Krzysztof Kieslowski’den Üç Renk Üçlemesi: Mavi, Beyaz ve Kırmızı

Yazı İçindekiler [hide]

spot_img

Krzysztof Kieślowski‘nin baş yapıtları arasında gösterilen Üç Renk Üçlemesi (Trois Couleurs), sinema dünyasında önemli bir yere sahiptir. Sırası ile; Mavi(1993), Beyaz(1994) ve Kırmızı(1994) olarak adlandırılan serinin renkleri Fransız Bayrağı’nı simgelemektedir. Bunun nedeni olarak Fransız Devrimi’nde öne çıkan ana temalar olan; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üzerinde durulmasından olduğu düşünülmektedir.

Kieślowski Oxford Üniversitesi’nin bir öğrenci gazetesine verdiği röportajında bu konuyla ilgili olarak “Bu sözcükler (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) Fransızca’dır çünkü para (filmin bütçesi) Fransız’dır. Para başka bir milletten olsaydı filmlerin başlık ve kültürel çağrışımları da farklı olabilirdi. Ancak muhtemelen filmler aynı olurdu.” sözleri ile dikkat çekti. Filmlerin senaryosunda da büyük oranda yer alan Kieslowski, bazen destekler alarak tamamlamıştır. Filmin öne çıkan bestelerinde Zbigniew Preisner yer alırken, filmlerin yapımcıllığını Marin Karmitz üstlenmiştir.

Filmlerde öne çıkan bir diğer özellik ise üçünde de anti temaların işlenmesidir. Bunlar sırası ile; anti-trajedi, anti-komedi ve anti-romantizm‘dir. Renklerin de tema olarak işlenmesi verilmek istenen duygular da büyük rol oynamıştır. Üçleme de yer alan filmlerin ortak yönlerine ayrıyeten yazımızın sonunda yer verirken şimdi filmlere bir göz atalım:

Mavi

1993 yılında üçlemenin ilk filmi olarak gösterime çıkan Mavi;  Fransız Devrimi’nin öne çıkan teması özgürlük üzerine kurulmuştur. Bu temanın filmde işlenişe hikayesi ile bakacak olursak; yaşanan bir trafik kazası sonrasında ünlü besteci olan eşini ve kızını kaybeden Julie (Juliette Binoche)‘ninolay sonrasında yaşadığı duygu durumunu izliyoruz. Yaşanan kazadan sonra Julie girdiği bunalım ve üzüntüsünden kaçmaya çalışmaktadır.

“-Madam, neden ağlıyorsunuz?
-Çünkü siz ağlamıyorsunuz.”

Yaşadıklarından kaçmaya çalışan karakterimizin çantasında denk geldiği mavi bir şeker paketiyle bile ne kadar acılarından kaçmak istediğini görebiliyoruz. En sonunda yaşadığı bunalım ile tüm eşyalar ve anılardan kaçtığını düşünen Julie başka bir şehre taşınır. Burada eskiye ait olmayan yeni bir yaşam ile özgürlük duygusunu dilediğince yaşadığını hisseder. Oysa hiçbir şey onun için kolay değildir. Eşinin ölümünün ardından yarıda bıraktığı çalışmaya devam etmek için arkadaşı Olivier(Benoît Régent) işlerini üstlenir. Olivier televizyonda bu konuyla ilgili konuşurken Julie, yayınlanan fotoğraflardan eşinin onu aldattığını fark eder. Bu kadın ile yüzleşmeye gider ve bundan sonra onun için de işler değişir. Oliver ile yakınlaşmaya başlayan Julie aslında bastırdığı duyguların farkında değildir.

“-Kocam ve kızım öldü. Artık bir evim de yok.
+Evet söylemişlerdi.
-Eskiden mutluydum. Ben onları seviyordum. Onlar da beni. Anne, beni dinliyor musun?
+Dinliyorum, Marie-France
-Artık yapmam gereken tek bir şey olduğunu anladım: hiçbir şey. Ne mal mülk, ne hatıralar, ne arkadaşlık, ne aşk ne de bir bağ istiyorum. Bunların hepsi birer tuzak.”

Belki de filmin en metaforluk yerlerinden biri, Julie’nin kilere eşya götürmek için gittiğinde yavrulamış bir fare ve yavrularını görmesiydi, onları ne atmaya ne de öldürmeye kıyamaz, kaçmaya çalıştığı anılardaki kızı aklına gelir. Filmin finalinde Julie’nin ilk kez ağladığını görüyoruz. Filmde yer alan mekanlarda veyahut eşyalarda, ışıklarda mavi rengi filmin ismiyle uyum oluşturuyor. Filmde eski evlerinde var olan mavi odada filmin ismiyle bir bağlam oluşturmaktadır. Filmde aniden gelen müzik ve ekran kararması o anda Julie’nin bastırdığı ve kaybolan duygularının eseri olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca filmin ilerleyen sahnelerinde kırmızın rengi ön plana çıkması bir sonraki filmin habercisi niteliğindedir.

Beyaz

Üçlemenin ikinci filmi olarak gördüğümüz Beyaz, 1994 yılında gösterime girmiştir. Bu filmde Fransız Devrimi’nde öne çıkan bir diğer tema olan eşitlik öne çıkmaktadır. Hikayemizde Karol (Zbigniew Zamachowski)un hikayesini izlemekteyiz. Bir mahkeme salonunda başlayan filmde Karol ve eşi Dominique (Julie Delpy)‘in boşanma davasına şahit oluyoruz. Yaşadıkları anlaşmazlıklarda dolayı boşanan çiftimiz duruşmadayken fark edilmeden arkadan kapı açılır ve biri görülür lakin görüldüğü gibi de geri gider. Bu kişi ilk filmde yer alan Julie’den başkası değildir. Eşinin onu aldattığı kadın ile tanışmak için gittiği mahkeme de bu salona da uğrar. İlk filmle bağlantı olarak göreceğimiz bu olay yönetmenin, olaylar aynı zamanda geçiyor ve karakterlerimizin aslında birbirlerine hiçte de yabancı değiller, deme şekli olarak düşünürüz.

“+Benimle Polonya’ya gel.
-Seninle asla gelmeyeceğim. Bütün davaları ben kazanacağım. Mal paylaşımı, boşanma. Çünkü sen hiçbir şey anlamıyorsun.
+Anlıyorum.
-Hayır. Seni seviyorum desem anlamayacaksın, senden nefret ediyorum desem de anlamayacaksın. Seni istiyorum, sana ihtiyacım var desem de anlamayacaksın. Anlıyor musun?
+Hayır.”

İlk filmde yer alan karakterden farklı yapıda olan Karol tamamen dışa dönük ve hareketli bir kişiliktedir. Berberlik yapan Karol Dominuque’den boşandıktan sonra tamamen parasız pulsuz kalarak sokakta kalır. Bir gün akşam vakti metroda bir adamla tanışır ve bundan sonra hayatı değişir. Mikolaj(Janusz Gajos) adındaki bu adamdan onu Polonya’ya geri götürmesini teklif eder, oysa Mikolaj’ın daha farklı bir teklifi vardır.

“+İyi bir iş mi?
-İyi ama hoş değil.
+Ben bir kuaförüm.
-Birini öldürmen gerekiyor çünkü bu işi kendisi yapmak istemiyor, yaşamak istemiyor. Bir Polonyalı, sana altı ay yetecek kadar para verecek.
+Yok, yok, hayır. Yapamam. Peki neden kendi yapmıyor?
-İstiyor ama yapamıyor. Onu seven bir karısı ve çocukları var, neler hissedeceklerini bir düşünsene oysa biri onu öldürecek ve her şey bitecek.
+Karısı, çocukları, parası var ve ölmek mi istiyor? Ne diyeyim ki? Karım beni bir bavulla dışarı attı ama ben buradayım, onu hala çok seviyorum.”

Karol ve Mikolaj, Polonya’ya gitmek için akla alınmayacak bir işe girişirler. Zor da olsa ülkesine geri dönen Karol için artık her şey daha iyidir. Burada yeniden berberliğe başlayan Karol’un aklında farklı planlar vardır. Farklı işlerle de uğraşan Karol zekice bir plan yaparak zamanla zengin biri olur ama Dominuque’yi hiç unutamaz. Kurduğu büyük şirket ve mirasın eski eşine kalmasını ister. Onu Polonaya’ya getirebilmek için yeniden bir plana girişir. Yaptığı bu plan acımasız olarak gözükse de Dominique’yi getirmeyi başarır ama bu planın sonuçları pek masum değildir. Her açılan beyaz sayfa ne yazık ki umduğumuz gibi ilerlemiyor, hep güzel son bulunmuyor. Bu filmi şu şekilde özetleyebiliriz: Ne sevebildi ne de uzak kalabildi sadece onu hapsetti. İlk filmde olduğu gibi bu filmde de mekanlarda ve eşyalarda beyaz renk hakim olmasının yanında kış mevsiminin de etkisiyle etrafta var olan kar görüntüsü beyaz renginin görüntüsünü önümüze seriyor. Yönetmen renkleri kullanarak hem filmin içinde yer alan mekanlarla bütünlük oluşturmuş hem de vermek istediği tema eşitlik için, her birimizin beyaz bir sayfa kadar temiz ve eşit olduğumuzu göstermek istemiş olabileceğini düşünüyoruz.

Kırmızı

Üçlemenin son filmi olan Kırmızı 1994 yılında gösterime girmiştir. Filmde genel olarak verilmek istenen tema Fransız Devrimi’nin öne çıkan bir diğer teması olan kardeşlik’ tir. Bir model olan Valentine(Irène Jacob)‘ın hayatına tanık oluyoruz. Sevgilisi uzakta olan Valentine’nın kardeşi ve yeni tanıştığı gizemli bir adamla hikayesi dikkat çekmektedir.

“+Kimi düşünüyorsun?
-Seni değil..”

Bir gece eve giderken bir köpeğe arabayla çarpıp yaralayan Valentine boynunda bulunan tasmadan onu evine götürmek ister. Geldiği evde garip davranan eski bir yargıç olan Joseph(Jean-Louis Trintignant) ile karşılaşır. Köpeğini geri almaya hiç yanaşmayan Joseph onu neredeyse kapı dışarı eder. Valentine köpeği yalnız bırakmaz onu tedavi ettirip sahiplenir. Bir gün yürüyüşte köpek kaçar, peşinden koşsa da onu yakalayamayan Valentine eski sahibinin evine gider ve köpeği orada görür. Burada eski yargıcın hiç beklemediği bir durumuyla karşılaşır, Joseph komşularının telefonlarını dinlemektedir. Burada farklı konuşmalara şahit olan Valentine bu yaptığından dolayı Joseph’e çok sinirlenir ve yaptığının yanlış olduğunu vurgular.

“+Ya Rita?
-Çok akıllı bir köpektir. Alın onu.
+Siz istemiyor musunuz?
-Ben hiçbir şey istemiyorum.
+O zaman nefes de almayın.
-İyi fikir.”

Filmde Valentine ile birlikte Auguste(Jean-Pierre Lorit)‘un da hayatını izliyoruz. Eşyalarda dikkat çeken detaylardan birkaç detay ise, Auguste’ın arabasının renginin kırmızı olması, bowling oynamaya gittiklerinde sadece Valentine’nin kırmızı topu kullanması gibi. Diğer bir ayrıntı ise fark etmeseler de bu iki karakterimiz zaman zaman aynı mekanlarda bulunurlar. Sonunda Auguste’nin kızla bağlantısı başlıyor, reklam panolarına da Valentine’nın fotoğrafını görüyor. Valentine’nin uzaklarda olan sevgili Michel ile arası gün geçtikçe bozulmaktayken, Auguste ise sevgili tarafından aldatılır ve terk edilir. Valentine İngiltere’ye gidecektir. Joseph’le artık dost olan Valentine onu bir defilesine çağırır. Defile sonrasında Joseph ona eski yaşamını anlatır. İkisinin de fark etmedikleri bir olay vardır oysa, Joseph’in eski hayatı Auguste’nin şimdi yaşantısıyla aşırı benzerlik göstermektedir.

İngiltere’ye gitmek için feribota binen Valentine ile birlikte Auguste de gitmektedir. Üç hikayeye de hakim olan renklerle; kırmızı şeritli beyaz feribot mavi sularda yol almaya başlamıştır. Fırtınaya yakalanan feribotta çok sayıda kayıp vardır. Şimdilik yedi kişi kurtarılmıştır. O da ne bunlar yoksa üç filmde de yer alan karakterler miydi? İlk filmde yer alan Julie ve Oliver de feribottaymış ve kurtarılırlar. İkinci karşılaşma ve bağlantı ise Karol ve Dominique aynı feribottaymış ve onlardan bu yedi kişidendir. son olarak Valentine ve Auguste’yi görüyoruz. Onlarında ilk kez karşılaşmaları burada olur. Yedinci kişi bu üçlemede yer alan karakterlerimiz kadar tanıdık gelmese de Kieślowski’nin belki kendisini ima ederek yedinci kişi olduğunu varsayabiliriz.

Üç filmde zamanın paralel ilerlediğini bize gösteren yönetmen bu olayda da karakterlerimizin birbirlerine hiçte yabancı olmadığını bir kez dile getirmiş oldu.

Filmlerde yer alan ortak noktalara değinecek olursak: Filmlerde hiçbir arka fon müziğinin kullanılmaması sadece var olan seslerin öne çıkması filmi daha etkili kılıyor. Kameranın çekiş açıları farklı ve etkileyici olmasının yanında duyguyu hissettirme de büyük rol oynuyor. Filmde yer alan mekanlarda veyahut eşyalarda, ışıklarda filmlerin isimleriyle alakalı renklerin kullanılması ayrı ve özenli bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Üç filmde de mekanlarda ve eşyalarda tema olarak kullanılan renkler dikkat çekmektedir. Bunun yanında filmlerde bazı objeler temel olarak kullanılmıştır. İlk filmde mavi camlı avize, ikinci filmde iki peni ve üçüncü filmde de kafede bulunan şans makinesi. Karakterlerimiz yaşadıkları olayları bu eşyalar üzerinde bağlantı oluşturmuştur.

Filmlerde yer alan diğer bir ortak nokta, geri dönüşüme bir şişe atmaya çalışan yaşlı kadındır. İlk filmde Julie ona bakmaz, ikinci filmde Karol onu fark eder, üçüncü filmde ise Valentine ona yardıma gider. Yönetmenin vermek istediği temaları bu şekilde adım adım vermesi dikkat çekici. Hikayelerde yaşadıkları durumlarda duygu yoğunluklarının farklı olduğunu gördüğümüz karakterler bunu kendilerince ifade ederler. Son filmde yer alan olayda da aslında aynı dünyada yaşıyoruz; hepimiz özgürüz, eşitiz ve kardeşiz sözüyle de açıklanabilir.

Kieslowski’nin bizlere sunduğu bu üç rengi ile anlatmaya çalıştıklarında bir uyum ve süreklilik içinde olduğunu görüyoruz. Anlatmak için sözlerin değil renklerin kullanıldığı bu filmler yönetmenin başarısını ortaya koyarak birçok ödüle aday olup, kazanmıştır. Peki Kieslowski’nin üç renginden sizin favoriniz hangisi?

 

spot_img
Bahar Teğin
Bahar Teğin
her gün biraz daha ölüyoruz azizim.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.

Kayıp Seslerden Yazının Öznelerine: Virginia Woolf’un Eserlerinde “Kadın” Teması

Woolf’un dilinde "kadın", tarihin dışına itilmiş bir sesin geri çağrılması, unutulmuş bir hakikatin dile gelmesidir.