Bir Müzikalden Çok Daha Fazlası
La La Land’i ilk izlediğinizde sevseniz de Justin Hurwitz’in dokunuşlarına tam anlamıyla kapılmak için birkaç kez daha izlemeniz gerekebilir. Şarkılar izleyicinin kendisinde hayat buluyor. Justin Hurwitz’in La La Land için bestelediği melodiler, ender rastlanan bir tatlılığa sahip. Şarkılar bu kadar iyi olmasaydı, film de olmazdı. La La Land’in baskın eleştirilerinden biri, içinde bulunduğu kategori dahilinde büyük Hollywood müzikallerinin gerisinde kalmasıdır. Fakat bu argüman biraz yersiz kalmaktadır. Çünkü La La Land , eleştirilerin hedefinde olan o tarz bir müzikal değildir. Chazelle’in filmi, müzikten çok senaryosunda hayat buluyor. La La Land, oldukça yerinde müzikal dokunuşlara sahip olmasına karşın, gerçekliğin şova dönüştüğü, kimi zaman komik ve oldukça gerçekçi romantik bir melodrama da sahip. La La Land, eleştirmenlerinin kıyasladığı diğer müzikallerin çoğundan çok daha zekice düşünülmüş ve zengin bir senaryo ile aldığı eleştirilerden sıyrılmayı başarıyor. Filmde çok fazla müzikal oyunlar olmamasına rağmen, sahip olduğu müzikal sekanslar ise gerçekten nefes kesici.
“Elinden gelen her şeyi yapmalısın. Bu senin hayalin.”
Vazgeçmeyen Hayalperestler
Chazelle, karakterlerini en temel arzularına indirgeme dürtüsüne sahip bir yönetmen. Los Angeles’taki hemen hemen herkes gibi, bu genç hayalperestler de yeterince genç değiller. Sektörde yer edinecek kadar iyiler fakat öne çıkmakta zorlanmaktadırlar. Yine diğer herkes gibi, spot ışığın üzerlerinde parlaması gerektiğini düşünmektedirler. Mia, çiftin daha az ilginç olanıdır. Aslında, ilginç olmak için yeterli karakter donanımından yoksundur. O daha çok bir tiplemedir. Seb ise zor biridir. Ek olarak aşırı derecede çekicidir. İşi, bir restoranın ortasında oturmasını, piyano çalmasını ve tamamen mobilyaların içinde kaybolmasını gerektirir. Sahip olduğu caz takıntısı, o beyaz gürültünün canlı kişileşmesidir. Bu takıntısı olmasaydı, hayat Seb için dayanılmaz olurdu.
Caz teması, filmin kurcalamak istediği fikirler için rahatsız edici bir araç. Seb’in takıntısı, onu Mia’nın dünyasından uzaklaştırmaya yarıyor ancak nihayetinde Hollywood ortamından uzaklaşmaktan daha fazlasını yapıyor. Ama Chazelle’in ilgilendiği şey bu değil. Eğer karakterler kendilerini kişisel tercihlerinden bu kadar kolayca ayırabilseydi, La La Land asla çözdüğümüz zorluğun kendi hayallerimizden daha gerçek bir portresi olamazdı. Chazelle’in kör noktaları, vizyonunun özgünlüğüne hizmet etmek için ters bir yola sahip: Sevdiğimiz şeylere sahip değiliz, hatta çoğu zaman sevdiğimiz şeyler bize sahip.
Mia, “Bu kadar gelenekçiyken nasıl devrimci olacaksın?” diye Seb’e sorar ve bu soru, filmin geri kalanı boyunca boğuşacağı ve ardından bize bir hatıra olarak kalacağı bir soruya dönüşüyor. Düne bu kadar takmışken yarına nasıl yer açarsın? Olduğun kişiye bu kadar bağlıyken nasıl başka biri olursun? Chazelle, La La Land ile duygularımızın gücü ile seçimlerimizin belirsizliği arasındaki sonsuz boşluğa ışık tutmaktan korkmayan nadir bir film yaptı. Mia ve Seb’in birbirleri dışında istedikleri her şeyi elde etmelerini sağlayan filmin hüzünlü son anları bizi zamanın yalnız şimdinin kalp atışlarında bulunduğu ve insanların yıldızlar gibi parıldadığı benzersiz sinematik bir yere götürüyor. Biriyle birlikte olmamamızın, onların hala bizimle olmadığı anlamına gelmediğini biliyor. Tutabileceğimiz tek şeyin gerçekleşmeyen hayaller olduğunu biliyor.
Epilog
Mia ve Sebastian’ın yolları ayrılır. Birbirlerini son görüşlerinden bu yana beş yıl geçmiştir. Ancak Sebastian’ın caz kulübünde tesadüfi bir karşılaşmada bir zamanlar Mia’nın sürdürmeye teşvik ettiği rüyanın uzak hatırası onları kısa bir süreliğine yeniden birbirine bağlar. Gözleri buluşur, Sebastian tema müziği haline gelen acı tatlı melodiyi çalmak için piyanonun başına oturur ve aniden bizi hikayenin başlangıcına döndürür. La La Land, klasik bir numara yerine, işe yarayan bir alternatif gerçeklik parçasıyla son bulur. Mia, o kulüpte, belirli bir kişiyle birlikte kalsaydı sahip olabileceği hayatı hayal eder. La La Land, eski moda bir müzikal olsaydı, izleyeceğimiz film bu olurdu.
Filmin son kısmı, olabilecek en doğru şekillerde sahnelenen büyüleyici bir rüya sekansı tadındadır. Chazelle, bu sonu anlatış şekliyle, kendisinde bu anlatı yeteneğinin zaten doğal olarak bulunduğunu bize kanıtlar. Bu sekans boyunca sergilenen teknikler akıllıca seçilmiştir ve izleyicide bıraktığı etki unutulmazdır. Her izlendiğinde nefes kesen bir sekanstır. Tıpkı La La Land’in geri kalanı gibi, epilog kısmı da sadece teknik başarıdan ibaret değildir. Final, bize gerçeklik ve hayal perdesini aralar. Olduğundan daha aza indirgenme riskiyle karşı karşıya olan bu aşk hikayesi, bunca zaman izlediğimiz diğer pek çok aşk masalından daha çok dokunur. Bu etkiye sahip olması yalnızca işlenişindeki hünerden kaynaklanmaz. Daha önce anlatılmaya cesaret edilmemiş bir hikaye olmasından kaynaklanır. Birbirinin farkında ve hırslarıyla duyguları arasında seçim yapmak zorunda kalan iki kişiyi anlatır. Yaşadıkları onlar için gerçek aşk gibi görünse de, bu duygular hayallerinin üstünde midir? Film, acıklı bir son sunar. Her sonun kendi zorluğu vardır fakat Chazelle bu sonları nokta atışı yapmayı başarıyor. Chazelle’in bize sürekli hatırlattığı şey, filmlerin her zaman hem kurgunun hem de gerçeğin ortak alanı olmasıdır. Filmler, gündüzleri sahip olabileceğimiz rüyalardır. Chazelle, türlerin en yıkıcı biçimde fantastik olanını, bu güçlerin örtüşme ve ayrılma yollarını vurgulamanın bir yolu olarak kullanarak, bizi, kendimizi genellikle görebildiğimizden daha net görmemizi sağlayacak bir film yapmış bulunuyor. Chazelle’in filmi, rüyalar ve gerçekliğin filmlerdeki kadar uyumlu bir şekilde bir arada var olup olamayacağını sormaktan korkmayan, cesurca belirsiz ve açıkça modern bir fantezidir.