1939-45 tarihleri arasında altı yıl boyunca süren II. Dünya Savaşı insanoğlunun etkisinden uzun yıllar kurtulamadığı, milyonlarca insanın öldüğü tarihin en yıkıcı savaşıdır. Doğu Cephesi’ndeki Leningrad Kuşatması ise şüphesiz savaşın en kanlı kuşatmalarının başında geliyor. Şimdiki adıyla St. Petersburg olarak bilinen Leningrad’ın 8 Eylül 1941’de Alman kuvvetlerince kuşatılmasıyla başlayan süreç Sovyetler Birliği’nin direnişi ile 27 Ocak 1944’e kadar sürdü. Yaklaşık üç seneye yakın bir zaman dilimini kapsayan kuşatma, II. Dünya Savaşı’nın en uzun süren kuşatmasıdır. Bu büyük direniş, Leningrad için bir o kadar da yıkıcı ve unutulmaz sonuçları beraberinde getirmiştir.
Dört Bir Yandan Kuşatılan Leningrad
Adolf Hitler, Alman komünistleri asıl kışkırtan güç olarak Sovyetleri görüyordu. Bu bağlamda Almanya, Sovyetler Birliği’nin işgali için II. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’ni oluşturacak olan en büyük askerî harekâtını planladı ve bu harekât da tarihe “Barbarossa Harekâtı” olarak geçti. Almanya tarafında saldırı hazırlıkları yaklaşık bir yıla yakın süredir son hız devam ederken Sovyetler ’de ise durum Stalin’in işgal uyarılarına kulak asmamasıyla devam ediyordu. Bu noktada Stalin’in kendi adına en güçlü güvencesi, Nazi Almanya’sı ile imzaladığı Alman- Sovyet Saldırmazlık Paktı olmuştu. Bu antlaşmaya güvenen Stalin, çevresinden gelen olası Nazi saldırısı uyarılarını göz ardı ederek herhangi bir hazırlık yapmayı reddetti. Fakat Stalin yanıldı, Almanya paktı çiğneyerek Sovyet topraklarına saldırdı. Böylece Sovyetler tarihin en amansız saldırılarından biriyle karşı karşıya kalmıştır.
22 Haziran 1941’de Alman ordusunun Sovyet topraklarına resmen saldırmasıyla başlayan Barbarossa Harekatı’nda Leningrad, özellikle de Moskova’nın ele geçirilmesinde önemli bir konumdaydı. Hitler’in kesin emri ise bunun açık göstergesiydi: “Önce Leningrad, sonra Donets Havzası, daha sonra Moskova…” Plan doğrultusunda kısa sürede Leningrad sınırına ulaşan Alman ordusu ile kent kendini büyük bir savaşın içinde buldu. Şehrin asıl kuşatılması ise kuzeyden Fin ordusunun da Almanya’ya destek vererek saldırmasıyla Leningrad’ın çevredeki tüm kara topraklarıyla bağlantısının kesildiği 8 Eylül 1941 tarihine tekabül etti.
Milyonlarca İnsanın Umut Bağladığı Hayat Yolu

Wilhelm von Leeb komutasındaki Alman ordusu, Sovyet silahlı kuvvetleri olan Kızıl Ordu’nun savunması ile kısa sürede karşı cevabı almıştır. Bu askeri savunmaya Sovyet halkının da topyekûn katılması, Leningrad’ın işgalinin Almanların tahmin ettiği gibi kolay olmayacağını göstermiştir. Halk topraklarını korumak isterken aynı zamanda arka arkaya üzerlerine yağan bombalar ile her şeylerini kaybetmeye başlamıştı. Bombardımanlar sonucunda binlerce insan hayatını kaybederken erzak depoları da kaybedilenler arasındaydı. Bu durumda artık Leningrad açlıkla da mücadele etmek zorundaydı.
Şehrin bu ağır şartlar altında savaşın ilk yarısında tutunduğu en büyük dalı “Hayat Yolu” olarak adlandırdıkları Ladoga Gölü üzerindeki dar bir koridor olmuştr. Kışın donarak buz tutmasıyla gölün üzerinde bir yol oluşturan Sovyetler, özellikle de silah ve gıda yardımını buradan sağlıyordu. 1942 yılının yarısına gelindiğinde ise Sovyetlere direniş gücünü veren yol Almanlar tarafından fark edilmiş ve yoğun bombalamalarla yaşam yolunu etkisiz hale getirmiştir.
Kuşatılan Ama Vazgeçmeyen Bir Şehir

Leningrad cephesindeki sürekli devam eden savunmanın yanında Kızıl Ordu kuşatmayı tamamen ortadan kaldırmak adına 27 Ağustos 1942 yılında Sinyavin Harekâtı olarak adlandırılan karşı taarruza geçti. Her ne kadar bu harekât kuşatmayı tam olarak bitirmese de aynı zamanlarda başlayan Alman Kuzey Işığı (Nordlicht) Harekâtı’nı geri püskürtmede başarılı olmuştur.
1943 yılına gelindiğinde ise Kızıl Ordu son bir güçle ocak ayında Alman ordusuna karşı yeni bir saldırıya girişmiştir. Bu saldırı ise Almanları geri püskürtmeyi başardıkları 27 Ocak 1944 tarihine kadar yaklaşık bir yıl devam etmiştir. Bu süreçte Kızıl Ordu ilk önce tekrar Ladoga Gölü’nün hakimiyetini kazanarak yaşam kaynağına yeniden kavuşmuştur. Sonrasında kavuştukları yardımla askeri teçhizatları güçlenen Sovyetler kaybettikleri dirençlerini de yeniden kazanmışlardır. Bu noktadan sonra Sovyetleri durdurmak bir hayli zorken, Almanya Leningrad’ı işgal etme amacından hızla uzaklaştı. Kızıl Ordu, direnişinin karşılığını alarak Leningrad sınırındaki Fin ve Alman ordularını geri püskürtmeyi başarmıştır. 27 Ocak 1944’te geri çekilen Alman kuvvetleriyle Leningrad 872 gün süren kuşatmadan kesin olarak kurtulmuştur.
Kuşatmanın Ortasındaki İnsanlık Dramı

Leningrad Kuşatması, tarihi açıdan son yüzyıldaki en can yakan ve insanlık açısından da en utanç verici hadiselerden biridir. Leningrad halkı el birliğiyle topraklarını vermemek için mücadele ederken en büyük acıyı da çeken yine onlar olmuştur. Üç seneye yakın süren bu karanlık süreçte en çok mücadele ettikleri unsurlardan biri de açlıktı.
Hitler, karşı tarafın beklemedik direnişiyle karşılaştığında Sovyet halkının direnişlerini bildiği kadar içinde bulundukları durumun vahimliğinin de şüphesiz farkındaydı. Kişi başına düşen ekmek gramajından halkın bu açlığa en fazla ne kadar dayanabileceğinin hesabını yaparak bir nevi açlığa terk edilen halkın ölmesini bekliyorlardı. Bu noktada Leningrad için durum gerçekten de içler acısıydı. Sivil halkta kişi başına günlük sadece 125 gram ekmek düşmekteydi. Halk aniden düşen bombardımanlardan birinde ölmediyse bile uzun süren kıtlık dolayısıyla besin yetersizliğinden dolayı can veriyordu. Geldikleri açlık noktasında Almanya tarafından atıldığını bildikleri yiyecek paketine gözlerini kapatarak koşuyorlardı. Sonunda ise patlayan paket ile ölüyorlardı.
Her ne kadar Leningrad, eşsiz bir direniş örneğiyle kaybedilmese de o dönemleri yaşayanlar için hiç unutulmayacak birçok şey aslında kaybedilmişti.
Kuşatmadan Sanata Yansıyanlar
İnsanoğlunun yaşadığı her şey istemsiz ve kontrol edilemez bir şekilde sanata yansırken Leningrad’da yaşanılan acı da sanatın her dalında kendini gösteriyor. Bunun en büyük ve unutulmaz örneği ise şüphesiz Dmitri Shostakovich‘in 7. Senfonisi’dir.

Shostakovich kuşatmadan önce başladığı eserini daha sonrasında hızla devam ettirip bitirdiğinde besteyi çalacak bir orkestra oluşturabilmek dahi oldukça zordu. O yıllarda elinden geldiğince fiziki anlamda mücadelesini halkı için sürdüren Shostakovich, Leningrad şehrine adadığı eserinin konserini zorlu şartlar altında yaparak pes etmedi. O günlerde halk için bu konser, büyük bir moral ve aynı zamanda kurtuluşa dair umut kaynağı olmuştur.

Nazi İşgalinde Sovyet Kadınları kitabı ise Nobel ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç’in kaleminden bize ulaşmıştır. O döneme ait çalışmalarını titizlikle yürüterek yazdığı kitabıyla direnişte büyük roller üstlenen kadınları anlatıyor. Kitap, savaşın insan psikolojisi üzerinde bıraktığı silinmez izlerin üstünde durmasıyla da etkileyiciliğini bir hayli artırıyor.
“Oradan canlı dönsen bile yüreğin acıyacak. Şimdiki aklım olsa yüreğimden değil bacağımdan ya da kolumdan yaralanmayı yani fiziksel acıyı yeğlerdim. Yürek acısı çok can yakıcı oluyor.”

Leningrad Kuşatması adıyla beyaz perdeye 2009 yılında aktarılan film, yine o dönemin atmosferini anlatan bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Film daha çok bölgeye gelen yabancı kadın gazeteci ile Leningrad’daki genç polis memuru arasındaki dostluğunu ve iki kadının birbirine olan desteğini anlatıyor. Ama Leningrad’ın o dönemdeki kanayan ruhunu ve özellikle de açlık boyutunu yansıtmakta oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz.