Blade Runner (Bıçak Sırtı, 1982) ve Gladiator (Gladyatör, 2000) gibi klasikleşen filmlere imza atmış usta yönetmen Ridley Scott’ın geçtiğimiz haftalarda vizyona giren son filmi Napoleon, her ne kadar büyük bütçeli bir savaş destanı olarak takdim edilse de, maalesef sinematik hikaye anlatımında yetesiz kalarak eleştirmenleri hayal kırıklığına uğrattı. Kimi sahnelerde, özellikle epik savaş anlarında yönetmen Scott’ın mahareti açıkca görünse dahi, son derece sığ bir senaryoya hizmet ediyor demek mümkün. Nitekim David Scarpa tarafından kaleme alınan senaryo, anlatısının merkezine aldığı Napolyon karakteri hakkında birçok önemli olaydan bahsetmiyor, bahsettiği hadiseleri yeterince detaylı ve tutkulu işlemiyor ve en nihayetinde anlattığı ögeleri de birbirine bağlamakta başarısız kalıyor. Her ne kadar Napolyon’u canlandırması için Joaquin Phoenix gibi olağanüstü bir aktörle çalışılmış olsa da, filmi Phoenix’in performansı da kurtaramıyor çünkü Napolyon, filmin belli bir bölümünden sonra içi iyice boşaltılmış ve karikatürize edilmiş bir karaktere bürünüyor.
Film, 1700’lerin sonunda, Fransız Devrimi’nin ortasında, Paris’te açılıyor. O dönem genç bir ordu mensubu olan Napolyon Bonapart, dönemin Marie Antoinette dahil olmak üzere önemli aristokratlarının giyotinde kellelerini kaybetmelerini izliyor. Kısa bir süre sonra ülkede hakim olan bu kaosu lehine çevirmeyi başaran Napolyon, devrimde kritik rol oynamış politikacı Paul Barras (Tahar Rahim) desteğini de alarak Toulon Kuşatması’nı yapıyor ve mühim bir başarı elde ediyor. Fransa’ya döndükten sonra, dönemin aristokratlarından olan eşini kaybeden Joséphine de Beauharnais (Vanessa Kirby) ile tanışıyor ve kısa süre sonra aralarında büyük bir aşk başlıyor.
Filmde bunun üstünde çok durulmuyor ancak Joséphine’in saçları tanıştıklarında kısacık. Bunun nedeni Joséphine’in de başta idama mahkûm edilmesi ve sadece saatler kala hükümden vazgeçilmesi. O dönem, giyotine takılmaması için idama mahkûm edilen kadınların saçları kısa kesilirmiş. Yani Joséphine aslında ölüme bu kadar yaklaşmış, tam da bu nedenle son derece müdanasız, derinlikli ve orijinal bir karakter. Ne yazık ki hem senaryo hem de Vanessa Kirby’nin performansı, bu tarz nüansları yansıtmada yetersiz kalıyor.
Joséphine’in dahil olmasıyla birlikte filmin anlatısı ikiye ayrılıyor demek mümkün. Bir yandan Napolyon’un askeri maceralarını izlerken, öte yandan ikilinin ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyoruz. Söz konusu ikili olay örgüsü, aslında bu tarz Hollywood filmlerinden oldukça aşina olduğumuz bir sistem. Ancak bu film özelinde ne kadar başarılı işlediği tartışılabilecek bir konu. Öncelikle Napolyon gibi büyük bir karakterin 30 seneyi aşan maceralarını elbette bir filmde anlatmak (her ne kadar filmin gösterim süresi 158 dakika olsa bile) çok da gerçekçi bir beklenti değil. Ancak filmin, çoğu o kadar da gerekli olmayan ve filme herhangi bir derinlik katmayan detaylarla vakit kaybettiği de vaki. Trafalgar gibi, Napolyon Savaşları içerisinde büyük öneme sahip olan birçok olaydan bahsedilmemesi ise filmi eksik bırakıyor. Bunun yanı sıra film için, sadece olayları eksik anlatmakla kalmıyor, kasıtlı olarak bir nevi yanlış yansıtıyor demek de mümkün. Kendisine bu tarz eleştriler yapan tarihçilere ‘‘Pardon ama orada mıydınız?’’ gibi bir cevap veren Scott, elbette filminde olayları istediği gibi anlatmayı tercih edebilir ancak mukabilinde eleştirilerin hedefi olduğunda şaşırmaması gerekir diye düşünüyoruz. Öyle ki filmin başı hariç, seyirci sürekli bozguna uğrayan bir Napolyon görüyor. Oysa tarihte Napolyon Savaşları’nın çoğunun zaferle sonuçlanmış olduğu biliniyor. Aynı zamanda, birçok kaynakta tarihin en karizmatik karakterlerinden biri olarak anılan Napolyon da son derece karikatürize edilmiş, öfkeli ve huysuz bir bebek gibi tasvir ediliyor çoğu zaman filmde. Elbette konvansiyonel olarak ağırlık ve ciddiyet beklenen bu tarz filmlerde, Scott bir ters köşe yaparak daha farklı bir Napolyon göstermeyi hedeflemiş olabilir. Hatta tıpkı Karl Marx’ın ‘‘Tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder’’ dediği gibi, filmine mizahı yön bir katmak istemiş de olabilir. Filmin sonunda ise siyah ekran üzerine Napolyon Savaşları’nın isimleri düşüyor ancak yanında kimin kazandığı değil de kaç zaiyat verildiği yazıyor. Bu esasen kötü bir dokunuş değil, zira milyonlarca kişinin öldüğü savaşın kazananı afaki bir detaydır -herhalde kendisi de böyle düşünmüş olacak- fakat şu kesin ki film, Napolyon dönemine, buna zemin hazırlayan olaylara, Napolyon’un kim olduğuna ve bu olayların Fransa için önemine dair çok az şey söylüyor. Nitekim bugün hala Arc de Triomphe, Paris’in göbeğinde duruyorsa bunun bir sebebi var… Napolyon, Fransa tarihi ve Fransızlar için oldukça mühim bir karakterdi.
Scott’ın hakkını vermek gereken bir nokta filmin savaş sahneleri. Söz konusu sahneler son derece etkili, asap bozucu ve savaşın da doğası gereği grotesk. Özellikle Waterloo gibi bazı savaşların çok büyük harpler olduğunu biliyoruz ve Scott bu sahneleri tasvir ederken yüzlerce oyuncu ve at kullanmaktan çekinmiyor. Toplar-tüfekler, sisler ve cephede ölüme doğru ilerleyen ordularının görüntüleri, filmin etkili ses tasarımıyla da birleşerek savaşın yarattığı dehşeti ustaca aktarmayı başarıyor. Çatışmalar acımasızca devam ettikçe seyirci bunların yıkıcı sonuçları altında eziliyor. Savaşın yürek parçalayıcı doğası nedeniyle Scott’ın Napolyon’un övülen askeri dehası üzerinde durmayı manasız bulmuş olabileceğini düşünmek de mümkün. Filmle alakalı bir diğer dikkat çeken nokta ise çekimlerin orijinalliği. Filmin başrol oyuncusu Vanessa Kirby, bizim de Söylenti Dergi olarak katılma şansı bulduğumuz, Santa Barbara’da filmin gösterimini takiben yaptığı bir soru-cevap etkinliğinde, Scott’ın bir sahneyi, farklı açılara yerleştirilmiş yaklaşık 11 kamerayla çektiğini, dolayısıyla çoğu planı sadece iki-üç tekrar alarak oynadıklarını söyledi. İstediği sahneyi iki seferde alabilmek ve bu kadar büyük bir prodüksiyon için yapımcıları ikna etmek elbette her yönetmenin harcı değil.

Özetle Ridley Scott özellikle bazı sahnelerde, nevi şahsına münhasır bir zanaatkâr olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. Ayrıca içi yeterince doldurularak yapılsaymış, Napolyon gibi hep belirli bir ciddiyette ve ağırlıkta görmeye alışık olduğumuz bir karakteri; daha zayıf, daha insani ve daha farklı yönleriyle göstermek orijinal bir fikir olabilirmiş. Ancak ne yazık ki İngiliz yönetmen, bu noktada yeterince araştırma yapmamış, karakteri önemsememiş ve hatta görmezden gelmiş gibi hissettiriyor. Neticede şunu görüyoruz ki, burada mağlup olan sadece Napolyon değil… Bu filme yaklaşık iki buçuk saatini vakfeden seyirci de, nihayetinde salondan bozguna uğramış bir şekilde çıkıyor.
Napoleon sinemalarda izlenebilir.
Kaynakça:
‘‘Ridley Scott Blasts Historians Over Napoleon Complaints’’. CBR. Web. 20.12.2023