Osmanlı ve Türk modernleşmesi yüzyıllar boyunca çok katmanlı ve çok sancılı bir şekilde ilerlemiştir. Tanzimat’tan günümüze kadar gelen modernleşme ve modernleşme politikaları, farklı alanlarda etkisini artırarak hala devam etmektedir. Osmanlı ve Türk modernleşmesinin düşünce dünyamız üzerindeki belirleyici etkileri çoğunlukla iktidar cephesi tarafından yönlendirilmiştir. Modernleşme fırsatını eline geçiren her iktidar, kendi cephesinden uygun gördüğü alanı esas alarak Batılılaşmaya çalışmıştır. Modernleşmenin geleneklerini belirleyen, hakim bakış açısını üstlenen ve bu gelenekleri topluma dayatan daima devlet olmuştur.
Ancak yaşanan bu “merkez-çevre kopukluğu”, Türk edebiyatının “Mavi Gözlü Dev”i Nâzım Hikmet ile farklı bir bakış açısı kazanmıştır. Modernleşme süreçlerini farklı şekillerde ele alan Nâzım Hikmet, sokaktaki insan hayatının mücadelesini eserlerinin merkezine koymuştur.
Modernleşme süreci Osmanlı ile başlamış ancak çözülemeyen bir tarih problemi haline gelmesinde yine Osmanlı etkili olmuştur. Türkiye’de modernleşme süreci halktan kopuk bir şekilde, yukarıdan aşağıya doğru ve Batı’nın gelişmeleri taklit edilerek ortaya çıkmıştır. Şerif Mardin’in ifadesiyle modernleşme süreci “merkez-çevre” olarak değerlendirilmiştir. Merkez; devletin gücünü elinde bulunduranlar, askerler ve şehirlerde oturan bürokratik halk iken çevre; göçebeler ve köylülerden oluşuyordu. Merkez; çevreden bütünüyle farklıydı, hem statü hem de ekonomik ve kültürel olarak aralarında özümsenemeyecek kadar büyük ayrımlar söz konusuydu. Merkez, Batı’nın gelişmelerine yoğunlaşırken çevreyi daima görmezden gelmiş ve ötekileştirmiştir. Çevre ise bu gelişmeleri özümseyememiş ve bazı çatışmaların yaşanması da haliyle kaçınılmaz olmuştur. Modern olabilmenin tek yolunun Batı’nın geçtiği yolları izlemek olduğunu düşünen devlet, bir süre sonra tökezlemeye başlamıştır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar teknik alanlarda öncelik verilen modernleşme hareketlerinin eksikliği daha sonradan kültürel alanlarda da hissedilmiştir. Ancak düşünce dünyamıza olan etkilerini en yavaş ve en az şekilde hissettiğimiz bu dönemde, kültür alanında yaşanan batılılaşma maalesef geçiştirilmiştir. “Batının ilmini fennini alalım ama kültürünü almayalım” düşüncesi bu dönemde kendini çok net bir şekilde göstermiştir.
Batı’yı izlemek yolunda atılan adımlar bir süre sonra kendini ıslah etme, restore gibi modernleşme politikalarına bırakmıştır. Ancak ıslah edilmesi gereken yalnızca ordu veya yönetim değildi, toplum da modern bir şekilde bu modernleşmeye dahil edilmeliydi. Cumhuriyet döneminde olan modernleşme, Osmanlı’da olduğu gibi yine yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşmiştir. Orta sınıfın olmayışı her zaman bir eksilik olmuştur. “Cumhuriyet seçkinleri, taşranın sahip olduğu kültürel çeşitliliği, çağdaşlaşma projeleri önünde bir engel, devletin egemen ve ayrıcalıklı özne olma konumunu sarsacak bir tehdit olarak yorumladılar.” Toplumun sürekli ötekileştirilmesi, göz ardı edilmesi ve sessizliğe mahkum edilmesi modernleşme yolundaki en büyük duvarlardan yalnızca birkaçıydı. Oysa ki modernleşme yolunda atılan adımlar ilk olarak toplum merkezinde başlatılmalıydı. Çünkü devlet ve toplum, birbirlerini tamamlayan ve ancak birbirleri ile var olabilen şeylerdir. Toplumu dışlayarak yeni bir yola giren devlet, kendisinin de bir gün bu yolda dışlanacağını kabul etmiştir diyebiliriz.
Dışlanan halkın sessizliğini ve sessizliğin içindeki çığlığı eserlerinin merkezine koyan şair ve düşünce adamı Nâzım Hikmet, kendine has oluşturduğu bakış açısı ile Türk modernleşmesine çok farklı bir anlam kazandırmıştır. Halk kitlelerinin mücadelesini eserlerinin merkezine alan şair, geleneğin dışına çıkarak aşağıdan yukarıya doğru bir düşünce sistemini ele almıştır. Nâzım Hikmet’in penceresinden Türk modernleşmesine baktığımızda; “Kuvayi Milliye Destanı” ve “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” onun modernist tutumunu yansıtan iki önemli eserdir.
Kuvâyi Milliye’de kahramanlar, sırayla sahneye çıkarılarak Kurtuluş Savaşı’ndaki rolleri ve hikâyeleri sunulur. Savaş süresince hepsi farklı bir görev üstlenmiş ve fedakârlıkta bulunmuştur. “Başlangıç-Onlar” başlıklı ilk bölümünde, “Onlar” ifadesiyle belli bir kitleyi konu edinen Nazım Hikmet, kahramanların o veya şu değil, halk olduğunu ifade etmektedir.
“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”
Destanın merkezinde, sınıf mücadelesi içerisinde konumlandırılmış olan Anadolu halkının kendisi bulunmaktadır. Halkı sınıfsal bir perspektif ile ele alan Nazım Hikmet, toplumun kimliğini oluşturan halkaları, her Bap’a mozaik gibi döşemiştir.
“Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
Nâzım’ın bu dizeleri bizi, Komünist Manifesto’nun sonunda işçi sınıfına seslenen Marx’ın şu cümlelerine götürmektedir: “Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.” Halkın sınıf mücadelesi noktasında bir kahraman olarak ele alındığı görülmektedir. Bu kahramanlar, yeri geldiğinde fedakârlıklarda bulunarak birer halk kahramanına dönüşmüşlerdir. Nâzım, kahraman olarak iktidar sahiplerini değil, işçi ve köylü sınıfını vurgulamıştır. Kuvayi Milliye’nin ilk bölümü olan ”Onlar” ile Anadolu halkının fotoğrafları çekilirken, diğer Baplar ile de fotoğrafın arkasında yaşanan mücadeleler detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Karayılan, Kambur Kerim, Arhaveli İsmail, Manastırlı Hamdi Efendi, Reşadiyeli Veli Oğlu Memet, Kartallı Kazım, Süleymaniyeli Ahmet, Ali Onbaşı, Kadınlarımız ve daha birçokları bu destanın kahramanlarıdır.
“İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail’in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere
kırıldı kürekler.”
(Üçüncü Bap, Yıl 1920 ve Arhaveli İsmail’in Hikayesi)
Nazım’ın Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, 15. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olan Şeyh Bedreddin ve destekçileri Torlak Kemal ile Börklüce Mustafa’nın isyanını konu almaktadır. Şeyh Bedreddin Destanı’nda Nâzım, bir isyan hareketi başlatarak öne çıkan Şeyh Bedreddin’i, sosyalist söylemin taşıyıcısı olmuş bir halk kahramanı olarak ele almıştır.
“Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptal edeceğiz…”
Şeyh Bedreddin, etkili bir isyan hareketi başlatarak, sosyal adaletsizliğe son vererek eşitlikçi paylaşımcı bir toplumsal düzen kurma hedefinden dolayı otoritenin gücünü sarsar. Tarihte isyancı olarak tanıtılan ve hakkında olumsuzlayıcı yargılar yer alan Şeyh Bedreddin, hayatta olmasa dahi Nâzım’ın metninde varlığını bir halk kahramanı olarak sürdürmektedir. Ötekileştirilen halkı modernist bir perspektif ile destanının merkezine koyan şair, halkanın dışına çıkarak alışık olmadığımız bir bakış açısını bizlere göstermiştir.
Nâzım Hikmet’in destanlarının her biri dün yazılmış gibi diri ve canlı. Şairin derdi de bu aslında, bugünü anlatmak. Destanlarını okurken kuşkusuz onun bakış açısını da öğrenmiş oluyoruz. Nâzım, bir tezi veya olayı savunmuyor, yaşantının kendisini aktarıyordu. Dikkate alınmayanları, sessiz olanları, konuşma yeteneğinden yoksun bırakılanları ve hiçe sayılanları gösteriyordu bize.
Kaynakça:
- Nazım Hikmet. Kuvayı Milliye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2019
- Nazım Hikmet. Benerci Kendini Niçin Öldürdü? İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020
- Şerif Mardin. Türk Modernleşmesi: Bütün Eserleri 9 Makaleler 4”, İstanbul: İletişim Yayınları,2012
- İlhan Tekeli. “Türkiye’de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı”, Modernleşme ve Batıcılık, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt: 3 , İstanbul: İletişim Yayınları, 2004