Yaşadığı dönemde ilgi görmemiş, anlaşılamamış, aksine hep “ötekileştirilmiş” ve “tutunamamış” bir adamdan söz edeceğiz birazdan. Öyle ki şu anda adını duyduğumuzda ona ait olduğundan şüphe etmeyeceğimiz eserler -şu anda o kadar aşinayız çünkü onlara- yazıldığı dönemde satılmamış, kalın olduğu gerekçesiyle depodan dahi çıkarılmamış, sahnelensin diye sunulan oyun “beğenilmemiş”, “sahnelenmeye değer görülmemiş” ve daha birçok aksilik, olumsuzluk…
Yaşadığı dönemde layık görüldüğü tek ödül, “TRT Roman Ödülü” olan bir yazar.
Oğuz Atay, 12 Ekim 1934 Kastamonu doğumlu Türk yazar, inşaat mühendisi, akademisyen ve bir de tutunamayan. Ankara Maarif Koleji’ne -bugünkü Ankara Koleji- gitti. İTÜ İnşaat Mühendisliği’ni kazandı. Kendini geliştirdi, günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi olarak anılan İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde öğretim görevlisi oldu. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazdı.
1971 yılında iki cilt halinde yayımlaman “Tutunamayanlar” ile adından söz ettirdi. Bu kitap eleştirmen Berna Moran tarafından “Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak tanımlandı.
Tutunamayanlar’ı edebiyatımız için önemli bir eser yapan ne yazıldığı dönemde ikinci baskısının yapılmamış olması, ne de şu anda seksen beşinci baskısının yapılmış olması. (ocak ayından beri başka bir baskı yapıldıysa seksen altı) Onu bu kadar değerli kılan “ilk” olması. Belki de bu yüzden anlaşılmadı döneminde. Oğuz Atay belki de bu yüzden sağlığında göremedi eserinin “çok okunanlar listesinde” olduğunu.
Türk edebiyatının ilk postmodernist romanı olarak nitendiriliyor Tutunamayanlar. Peki neydi postmodernizm? Nasıl oluyordu postmodernist eser?
Postmodernizm hakkında Dilek Doltaş şöyle diyor: “1970’lerden başlayarak bugüne kadar Batı modernizminin ve onunla ilgili aydınlanma ve hümanizm projelerinin politik güç ve çıkar amacına hizmet eden normlarını sorgulayan, onun düşünce yapısını çözen, çelişkilerine, çarpık ve kendine dönük norm ve yaklaşımlarına ışık tutan en önemli eleştiri yöntemidir.”
Kitabın “zorluğu” da buradan geliyor aslında. Kurmaca içinde kurmaca, diyalog içinde diyalog barındıran kitabı okurken “Bu cümleyi Turgut sesli mi söylüyor yoksa iç sesiyle mi konuşuyor?” dediğim çok oldu. Anlatıcı tek kişi değil çünkü. Birden fazla anlatıcı ve birden fazla bakış açısıyla oluşturulan kitap alışık olmadığım bir tür olduğundan beni epey yordu.
“Aman oğlum Turgut dikkat et. Mantıki neticeler oyununa kapılma sakın. ‘Ne yapıyorsun orada Turgut?’ ‘Düşünüyorum.’ Olmadı işte. Kendini ele verdin galiba. Yok canım insanlar kendi söyledikleriyle ilgilidir çoğu zaman.” Şu cümlelerle sanırım değindiğim konu daha da netlik kazanıyor. Turgut burada kendi iç sesiyle konuşuyor, sonradan adına Olric diyeceği. Belki de hayali arkadaşı demeliyim.
Üzerine sayısız makale yazılan, birçok tezin konusu olan eser günümüzde hak ettiği değere kavuşmuş görünüyor. Eseri “Türk edebiyatının modernleşme çalışmalarının en başarılısı” olarak yorumlayanlar da haklı çıkmış oluyor.