One Fine Morning, izleyiciyi hüzün dolu hayatların dinleyicisi yapıyor. Kaybı, yeni aşkları ve unutulmayı tüm naifliği ile sunuyor. Mia Hansen-Løve’ın, yönetmen koltuğuna oturmasıyla en basit hikâyeler bile saatlerce izlenmeye değer hale geliyor.
Dikkat! Yazımız spoiler içermektedir.
Kaybetmek
Sandra, kaybettiği eşinin ardından yalnızca etrafındakiler için yaşamaya başlamış ve kendini unutmuş bir kadına dönüşmüştür. Kaybıyla birlikte hala sevebileceği ve sevilebileceğine olan inancını da yitirmiştir. Sandra, ilgili bir anne olmakla beraber, küçük kızına tek başına bakan başarılı bir tercümandır. Okumaktan ve izlemekten, hatta düşünmekten bile çok keyif alan ama bu usul hikayede en çok yorulduğunu gördüğümüz insan, yine kendisidir.
Hikaye bizi, hastalığı sebebiyle artık tek başına idare edemeyen yalnız babasına bir çıkış yolu arayan Sandra’nın hüznüyle karşılıyor. Artık görme yetisini neredeyse tamamen kaybetmiş ve bulanık zihniyle savaşan bir adamın trajik yolculuğuna da şahitlik ediyoruz. İzleyici de film boyunca diğer karakterlerin yaşadığı gibi oradan oraya savrulan, bakıma muhtaç bu adamla birlikte sürükleniyor. Konu; hayatını okumaya ve sorgulamaya adamış fakat artık göremeyen ve düşünemeyen bir felsefe profesörünün dramı izlenimi verse de hikâye bizi bundan fazlasıyla vuruyor.
İzler
İnsanlarla birlikte eşyalar da taşınıyor. Bazıları çöp gibi atılsa da hepsi bizden birer parça taşıyor. Yapımına emek verdiğimiz bir nesne olma zorunluluğu taşımaksızın o şeyi yalnızca seçmemiz bile ruhumuzu yansıtmasından kaynaklanıyor, tıpkı bir kitabı yazmamış olmamızın o kitabın bizi anlatmadığı anlamına gelmediği gibi.
Filmde de Sandra’nın asıl kaybını, babasının eşyalarını satmak zorunda kaldığında izliyoruz. Ona en acı veren şey ise babasının kütüphanesini boşaltmak. Çünkü o, babasının kitaplarıyla babasına daha yakın hissediyor. Sandra’ya, bakımevindeki o adamdan daha çok babasını hatırlatıyor. Bedeni bakımevinde olsa da ruhunun burada, kitaplarıyla olduğunu biliyor.
Diğer Kadın
Sandra, hikâyenin başında eski bir dostuyla karşılaşıyor. Vefat eden eşinin arkadaşı olan Clément’in hayatına girmesi, içinde uzun zamandır hissetmediği duyguları uyandırıyor. Unutulmuş ve körelmiş bu hisler zaman zaman Sandra’nın yoğun hayatında tökezlemesine sebep oluyor. Clément evli olduğundan, onun hayatındaki “diğer kadın” rolünü üstlendiğini fark eden Sandra; bir de bunun ağırlığına katlanamıyor. Ardından Sandra’nın çöküşünü izliyoruz.
Sevmek ve Sevilmek
Film boyunca sevmenin de sevilmenin de birçok yoluna tanıklık ediyoruz: Ruhunu genç tutmaya çalışan fakat yorulmuş bir kadının hastalanan eski eşine ilgisi, değerli bir öğrencinin profesörüne duyduğu saygısı, bir annenin sevgisi ya da eski bir dostun aşkı.
İzleyiciyi sevindiren ise, kendi hayatında yan karakteri canlandıran ve aşka dair umudu kalmamış bir kadının yeniden aile olabilmeye duyduğu inanç. Clément’in geri dönmesiyle tekrar hayata sarılan Sandra, her zaman hayalini kurduğu aile tablosuna da sonunda sahip oluyor. Tabii Clément ile güneşli günler de geri dönüyor.
Louvre’da Tur
Mutluluğu, yaz güneşiyle; hüznü ise kış ayazıyla izleyiciye aktaran görüntü yönetmeni Denis Lenoir, bizi zaman zaman Paris’in büyülü sokaklarında gezintiye çıkarıyor. Louvre Müzesinde sakince dolaştırıyor. Karakterlerin hüznünü Monet’in dingin, mavi “Nilüferler” tablosunun önünde yaşatıyor. Jan Johansson’un besteleriyle de birlikte şehrin mimarisinden, sokaklarına, hatta toplu taşımalarına kadar her köşesini romantize ediyoruz. Güzel bir sabahın sonunda da dik merdivenlerden çıkarak Sacré-Cœur Bazilikası’ndan Paris’in panoramik manzarasını izliyoruz. Belki de film ile şehrin ruhu böyle güzel özdeşleştiği için 75. Cannes Film Festivali’nde “Label Europa Cinemas” ödülüne layık görüldü.
Yaşamak
Bu duygu yüklü filmde, kendileriyle meşgul olmak istemediğimiz insanların yaşamlarına ve gerçekleştirmekten kaçtığımız konuşmalara da seyirci oluyoruz. Hayatın karmaşasına örülmüş kalın bir duvarın arkasındaymışız gibi bütün sakinliğimizle, sessizce izliyoruz. Belki bayağı bulacağımız bir dramın, sıradan diyaloglarla şatafattan uzak bir şahesere nasıl dönüştürüleceğini gösteriyor bize Mia Hansen-Løve. Bütün konuşmaları; Sandra’nın, büyükannesinin basit bir gününü dinlediği gibi çenemizi avcumuza yaslayıp saf ama önemseyen bir tavırla dinliyoruz. Önemsiz olduğunu düşündüğümüz ve kaçtığımız bu yaşamlar hayatımızın en ciddi konusuymuşçasına kulak kesiliyoruz.
“İnsanların sana acımasına izin vermemelisin. Sana acıyarak bakmamalılar. Yaşadığını, henüz ölmediğini onlara göstermelisin.” -Sandra’nın büyükannesi