Şiirin vermek istediği, okurun hissettiğiyle doğru orantılıdır. Çünkü şiir, şairi son noktasını koyduğu andan itibaren onu yazana değil okuyana aittir. Ve şiir, anlamdan öte histir. Umarız bu noktada hemfikirizdir.
Buna rağmen, zaman zaman o bizi çok etkileyen, dizelerini aklımızdan çıkaramadığımız şiirlerin hangi ruh hallerinde yazıldığını merak ederiz. Şair burada ne demek istemiş, ne düşünmüş, ne hissetmiştir? Böyle güzel şiirler kime yazılmış, o kişiler bunları okumuş mudur? Bu yazımızda bu doğrultudaki sorulardan hareketle bazı şiirlerin hikayelerini sizinle paylaşacağız.
1) Mona Roza – Sezai Karakoç
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek…
Biraz ısınmak adına nispeten daha çok bilinen bir hikayeyle başlayalım yazımıza. Sezai Karakoç, Mona Roza isimli bu uzun şiirini, Mülkiye öğrencisiyken, okul arkadaşı Muazzez Akkaya’ya yazar. Şairin uzaktan uzağa aşık olduğu Muazzez’e, bu şiirin kendisine olduğunu söyleme yolu ise Türk edebiyatının en bilinen akrostişlerinden biridir: Şiiri oluşturan kıtaların baş harfleri bir araya geldiğinde “Muazzez Akkaya’m” hitabı belirir. Şairin bu şiiri Muazzez Akkaya’nın da bulunduğu ortamlarda pek çok kez okuduğu söylense de şiir 50 yıl boyunca yayımlanmamıştır. Bu sır açığa çıktıktan sonra kendisine yöneltilen soruya ise Muazzez Akkaya, Sezai Karakoç’un aşkından haberdar olduğu, hatta Cemal Süreya’nın da kendisine şiirler yazdığı yönünde bir cevap vermiştir.
2) Lavinia – Özdemir Asaf
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.
Türk edebiyatının en tanınan şairlerinden biri ve onun en sevilen şiirlerinden Lavinia… Bu şiir, Özdemir Asaf’ın platonik aşkına yazdığı bir şiirdir, tıpkı Mona Roza örneğinde olduğu gibi. Ancak şair, son iki dizede belirttiği gibi adını gizlese de, şiirin yazıldığı kişinin Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi Mevhibe Meziyet Beyat olduğu bilinmektedir. Yıllarca kim olduğu merakla araştırılan, kimliği Özdemir Asaf’ın en yakınları tarafından bile gizlenen bu kişinin adını ilk olarak açıklayan kişi ise Mücap Ofluoğlu olmuştur. Şairin yakın arkadaşlarından Melda Kaptana ise sonraları Mevhibe için şunları yazmıştır:
“Ünlü bir yazarımızın hikayelerinde adı Hisya diye gecerdi. Laleli’de Harikzadegan Apartmanları’nın kapısında buluşup konuşan delikanlıların Violetta’sıydı. O sıralarda ünlü olan bir tangonun adıydı bu ve delikanlılar ıslıkla bu melodiyi çalardı Mevhibe onlara gülümseyerek geçerken. Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken mimar arkadaşları da ona Gilda diye seslenirlerdi. O yıllarda gösterimde olan ve çok beğeni toplayan Rita Hayworth’un Gilda isimli filminden mülhem. Kızılkahve rengi iri dalgalı ve parlak çok güzel saçları vardı. Adalet Cimcoz da Marilyn Monroe’ya benzettiği icin ‘Marlin’ diye çağırırdı Mevhibe’yi.”
Özdemir Asaf da söylentilere göre bu şiiri Mevhibe’nın bulunduğu buluşmalarda okumuş, ancak aşkına karşılık alamamıştır.
3) Pia – Attila İlhan
Ne olur kim olduğunu bilsem Pia’nın
Ellerini bir tutsam ölsem
Böyle uzak uzak seslenmese
Ben bir şehre geldiğim vakit
O başka bir şehre gitmese
Pia, sevdiğim pek çok şiiri olan Attila İlhan’ın en sevdiğim şiiridir. Ancak hikayesi doğrusunu söylemek gerekirse hayallerimdekinden çok farklı. Bakalım sizi de şaşırtacak mı?
Önceki iki şiirimizin aksine bu şiir, Attila İlhan’ın aşık olduğu kadına yazdığı bir şiir değil, arayışta olduğu, hayalindeki kadına yazdığı bir şiirdir. Tabii yukarıdaki dizeleri bunu bilerek okuyunca çok daha anlamlı hale geliyor. Şiirde kullanılan anonim isim “Pia” ise, ilginç bir şekilde, “Pakistan International Airlines”ın kısaltmasıdır. Şairin bu şiiri kurgularken yanından hızla geçen ve üzerinde Pakistan International Airlines reklamı olan bir nakliye aracından esinlenerek bu ismi türettiği düşünülmektedir. Attila İlhan’ın bu şiir hakkındaki sözleri ise şöyle olmuştur:
“Mecidiyeköy’deki evde başlanmış, otobüste sürdürülmüş, Taksim’e geldiğimde bitirilmiş bir şiir. Vatan’ın Sanat Yaprağı’nda yayımlandığını düşünüyorum. İnanılmaz yaygınlıkta bir şiirdir. Pia adı sandallara, dolmuşlara, ağır kamyonlara konulmuştur. Radyoda reklam programlarına girmiştir. Şimdi düşünüyorum da, yıllarca sonra, Böyle Bir Sevmek’te tekrar döneceğim bir türlü elde edilemeyen hayaldeki sevgili temasının, şiiri bu derece etkili kıldığını daha iyi görüyorum. Başı bereli, yağmurluklu genç kız tipini ‘moda’ eden de, bu şiir olmuştur ya!”
4) Dedikodu – Orhan Veli
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?
Melahat’i almışım da sonra
Alemdara gitmişim, öyle mi.
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galata’ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o Mualla’yı sandala atıp Ruhumda Hicranın’ı söyletme hikayesi?
Türk edebiyatının Garip şairi Orhan Veli’nin en sevilen şiirlerinden, “çapkın” ve çakırkeyif bir şiirdir “Dedikodu”. Eminim çoğumuz Sezen Aksu tarafından bestelenip Levent Yüksel tarafından seslendirilen şarkısını da dinlemişsinizdir. Bu şiirdeki bu çakırkeyif hava da muhtemelen şairin onu yazarkenki çakırkeyif havasından kaynaklanmakta. Çünkü şairin bu şiiri bir meyhanede, öğlen saatlerinde kurulan bir rakı sofrasında yazıldığı söylenmektedir. Süheyla, Eleni ve Melahat’in kimliği belirsiz olsa da son dizedeki Mualla’nın, mevzubahis meyhanede çalışan Mualla olduğu, Mehmed Kemal tarafından şu sözlerle ifade edilmiştir:
“İstanbul’a gittiğimde Orhan’ı aradım. Ressam Agop Arad vefalı dostu idi, ona sordum. ‘Karaköy’de bir meyhane var, adı: Çat Çat orada bulunur’
Tarif üzerine Çat Çat’ı buldum Asıl adı Çat Çat değil, Orhan koymuş bu adı. Yıkıldı. Karaköy Balık Pazarı’nda, Unkapanı’na yakın bir yerde, küçük bir balıkçı meyhanesi.
Mualla Abla diye bir kadın işletiyor. Orhan, kadına ‘Mualla Abla’ dediği için olacak, herkes ‘Mualla Abla’ diyor. Kadının davranışlarından Orhan’a önem verdiği belli. Hatta biraz da aşık. Belki bu ablalık ağabeylik, gizli aşkı müşterilere çaktırmamak için icat edilmiş. Vakit öğleye yakındı. Baktım bir köşede şarap içiyor. Kadın mangalın üstünde tava, balık kızartıyor. Sıcak sıcak Orhan’ın önüne koyuyor. Orhan da, Mualla Abla da yoksul yaşantılarından memnunlar.
Beni görünce, oturduğu yerden davrandı: ‘Vay Reis!.. Hoş gelmişsin…’ dedi. Boynuma sarıldı. Ben de O’nun. Hemen kaynaştık. Benim taşralı kılığım Mualla Abla’ya hiç aykırı gelmemiş olacak ki, bir balık Orhan’a bir balık bana atıyordu.
5) Bir Ayrılış Hikayesi – Nâzım Hikmet
Erkek kadına dedi ki:
– Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz…
Kadın erkeğe dedi ki:
– Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana…
Ve artık
biliyorum:
Toprağın
Yüzü güneşli bir ana gibi
En son, en güzel çocuğunu emzirdiğini…
Yine diğerlerine kıyasla daha bilindik bir hikayeye döneceğim. Ancak bu şiirin benim için yeri çok ayrı olduğu için, bilinirliğine rağmen bu şiirin hikayesine böyle bir yazıda yer veremeden edemezdim. Edebiyatla az çok ilgilenen herkesin bildiği üzere Nâzım hayatı boyunca Münevver, Piraye ve Vera başta olmak üzere pek çok kadına şiirler yazmıştır. Ancak en sevilen şiirlerinden biri olan Bir Ayrılış Hikayesi’ni yazdığı kadın bunlardan biri değil, Nâzım’ın daha sonra arkadaşlarına itiraf ettiği üzere, aynı dönemin edebiyatçılarından Şükufe Nihal’dir. Şükufe Nihal’le o dönem edebiyatçıları arasında sıkça gerçekleştirilen toplantılarda tanışan ve sıklıkla bir araya gelen Nâzım, böylece ona aşık olur. Sonunda bir gün Şükufe Nihal’e içinde “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.” yazan bir not verir, ancak Şükufe Nihal şairin aşkını karşılıksız bırakır. Şiirdeki karşılıklı konuşmaların ne kadar gerçeğe dayandığı hakkında ise ne yazık ki bir bilgimiz yok.
6) Karadut – Bedri Rahmi Eyüboğlu
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Agaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın a gülüm
Günahımsın, vebalimsin.
Yukarıda verdiğimiz dizelerde Bedri Rahmi’nin “Günahımsın, vebalimsin” şeklinde seslenişi boşuna değil. Çünkü bu şiir, şairin yasak aşkı Mari Gerekmezyan’a yazılmış. İkili, Bedri Rahmi Güzel Sanatlar Akademisi’nde asistanlık yaptığı sırada, Eren Eyüboğlu ile evliyken, Mari’nin buraya misafir öğrenci olarak gelmesiyle tanışır. Mari’nin kendi büstünü yapmasına Bedri Rahmi onun resimlerini yaparak ve ona şiirler yazarak karşılık verir. Bu şiirlerden en bilineni de yukarıda bir kesitini verdiğimiz Karadut şiiridir. İkili arasında bu şekilde başlayan ve zamanla büyüyen aşk, Mari’nin menenjit-tüberküloza yakalanıp hayatını kaybetmesiyle son bulur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ilaçların çok pahalı olduğu bu dönemde ilaç masrafları için tablolarını satan Bedri Rahmi, buna rağmen “Karadutunun” ölümüne engel olamamıştır. Bu yasak aşkı öğrenen Eren, Bedri Rahmi’yi terk ederek Fransa’ya yerleşse de bu durumda onu yalnız bırakmaya razı olamayarak geri dönmüştür.
7) Hasretinden Prangalar Eskittim – Ahmed Arif
Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Ahmed Arif’in bu şiiri büyük aşkı “zalım Leylâ”ya yazdığını söylesek aranızda şaşıracakların sayısı çok az olur sanıyorum. Ancak burada anlatacağım, şiirin hikayesinden çok, adını verdiği, Ahmed Arif’in şiir kitabına yönelik. Şair yanı kadar politik duruşuyla da tanınan şair, bu kitabının adını aslında Ay Karanlık şiirinde geçen dizeden hareketle “Dört Yanım Puşt Zulası” koymak istemiş, sonrasındaki isim değişikliğini ise Refik Durbaş’a şöyle anlatmıştır:
“Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel bir şey. Çok duygusal. Artık anı olmuş. Kitabımın adını ben ‘Dört Yanım Puşt Zulası’ koymuştum. Ama sevgili kardeşim Ali Özoğuz buna engel oldu. Bana ‘Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok’ dedi. ‘Seni 15 yaşında çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını soyluyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.’ Düşündüm, Ali’ye hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı Hasretinden Prangalar Eskittim olsun dedim.
Son olarak bir dipnot düşmek gerekirse, aynı dize hakkında konuşmasının devamında da şunu belirtiyor Ahmed Arif:
Şunu da söyleyeyim, başlangıçta ‘eskittim’ değildi, ‘çürüttüm’dü o sözcük. Yani ‘Hasretinden Prangalar Çürüttüm’. Fakat ‘çürüttüm’ sözcüğünü sevmedim. Her ne kadar doğrusu ‘çürüttüm’ de olsa sevemedim. Bir de bu sözcükte üç tane ‘u’ geliyor ya arka arkaya, kulağımı tırmaladı, iç kulağımı, yani gönlümü tırmaladı. Her şairin bir de yüreğinde kulağı vardır. Onu tırmaladı işte. Müzik ve anlam bakımından daha güçsüz buldum. O nedenle ‘eskittim’ dedim.”
Kaynakça:
- Haluk Oral – Şiir Hikayeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Mücap Ofluoğlu – Bir Avuç Alkış, Mitas Boyut Yayınları
- Melda Kaptana – Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, Yapı Kredi Yayınları
- Mehmed Kemal – Öğle Rakıları, H20 Kitap
- Refik Durbaş – Ahmed Arif Anlatıyor, Cem Yayınevi