1949 yılında İspanya‘nın La Mancha bölgesinde doğan Pedro Almodóvar, İspanya’da faşizmin hakim olduğu diktatör Francisco Franco dönemine denk gelir. Franco dönemindeki siyasi baskı İspanyol sinemasına da yansır ve dönemin filmleri büyük bir sansüre uğrar. Bu dönemde eleştirel ve yenilikçi filmler çekmek neredeyse imkansız olur. 1975 yılında Franco’nun ölmesi ile İspanya, demokratikleşme sürecine girer ve özgürlüğün ayak sesleri duyulmaya başlar. Pedro Almodóvar, Franco döneminde doğup büyümesine karşın, filmlerinde özgürlüğün temsilini oldukça özgün bir şekilde yapar. Bu sebeple kadın temasının cesurca kullanıldığı ve kadının etken bir özne haline geldiği Almodóvar sinemasını, İspanya’daki faşist dönemin ardından gelen; kilise baskısının azaldığı ve toplumun her alanında eşit haklar gözetilmeye başlandığı dönem ile özdeşleştirmek mümkündür.
Bu yazıda Pedro Almodóvar’ın geniş filmografisinden seçtiğimiz geçmişten günümüze beş film üzerinden onun kadın temasını kendi sinemasında nasıl ele aldığını inceleyeceğiz!
Almodóvar Sineması

Üniversite yıllarından itibaren sanatın resim ve tiyatro gibi çeşitli dallarıyla iç içe olan Pedro Almodóvar, 1970’lerin sonlarında çekmeye başladığı kısa filmlerle yönetmenlik kariyerine adım atar. Almodóvar sineması, toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularını gelenekselci bir bakış açısıyla değil, postmodern bir şekilde ele alır. Çoğu zaman filmlerinde, cinsiyet rollerinin altüst edildiği görülür. Eşcinsel ve transeksüel karakterlerin varlığı ve görünürlüğü, onun filmlerinin önemli meselelerindendir.
İlk uzun metraj filmi Pepi, Luci, Bom (1980)’da; punk şarkıcı, geleneksel bir ev kadını ve transseksüel bir kadın olan birbirinden farklı üç kadın karakterin Madrid’de yolu kesişir. Film, cinsiyet kimlikleri ve cinsel özgürlük gibi meselelere feminist bir bakış açısıyla yaklaşır. Almodóvar sinemasının erken dönem filmlerinden biri olmasına rağmen işlenen konudan kullanılan renklere kadar tam bir Almodóvar filmi olduğu söylenebilir. Bu açıdan Pepi, Luci, Bom; onun kendine özgü tarzının, uçuk kaçık renklerinin, feminist ve özgürlükçü bakış açısının gelecekteki filmlerine yansıyışının bir habercisi niteliğindedir.
Bir Kurtarıcı Olarak Kadın

Sansür dönemi boyunca İspanyol sinemasında cinsel kimlik ve cinsellik meseleleri gözardı edilir ve geleneksel söylemler yeniden üretilerek kadının toplumdaki konumu ataerkil düzen tarafından çarpıtılır. İspanyol sinemasının temelindeki bu ideolojide tam anlamıyla bir dönüşüm yaşanması ise 1980’li yılları bulur. Tam da o yıllarda, Pedro Almodóvar’ın uluslararası bir ün kazanmasını sağlayan filmi Women on the Verge of a Nervous Breakdown – Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (1988), hem İspanyol sinemasındaki dönüşümün hem de Almodóvar sinemasının kadın konusuna bakış açısının bir temsili olarak karşımıza çıkar.
Geleneksel sinema anlayışından alışık olduğumuz pasif ve bir erkek tarafından kurtarılmayı bekleyen kurban rolündeki kadın stereotipi, Almodóvar sinemasında yıkıma uğrar. Almodóvar’ın kadın karakterleri, geleneksel sinemada erkeğe atfedilen kahraman rolünü üstlenir. Bu sebeple onun filmlerinde; erkek tarafından zor bir durumun içine düşürülmüş bir kadının, ona dost olan diğer kadınlar tarafından kurtarıldığı görülür. Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar‘da Pepa (Carmen Maura), Ivan (Fernando Guillén) tarafından terk edilmiş bir kadındır ve bu ayrılık yüzünden dağılmış haldedir. Filmde Ivan’ın eski eşi, Pepa’nın arkadaşı ve bir avukat olarak olarak karşımıza çıkan diğer üç kadın karakterin başına gelen kaotik olayların tek bir ortak noktası vardır: Ivan. Böylece dört kadın, Ivan’ın peşine düşerler. Filmin sonunda ise Pepa, Ivan’ı ölmekten kurtarır ve Ivan’ın onu geri istemesine rağmen hayatına tek başına devam etme kararı alır.
Anne Rolünde Kadın

Pedro Almodóvar’a Cannes Film Festivali’nde ödül aldıran filmi All About My Mother – Annem Hakkında Her Şey (1999), geleneksel sinemadan alışık olduğumuz aile tablosunun oldukça dışında aile ilişkileri ile karşımıza çıkar. Almodóvar, ailedeki baba figürünün otoritesini tam anlamıyla yıkar. Bekar ve fedakar anne Manuela (Cecilia Roth), henüz hamileyken eşinin kaba tavırları yüzünden onu terk ederek Madrid‘e gelir. Oğlu Esteban (Eloy Azorin), babasını hiç görmeden büyür. Esteban’ın beklenmedik ölümü üzerine Manuela, eski eşini bulmak için Barselona‘ya gider. Manuela’nın eski eşi, transseksüel bir kadındır ve Lola (Toni Canto) ismini kullanır. Ataerkil aile düzeninin babayı en tepeye koyan hiyerarşisi altüst olmuştur.
Maneula, oğlu Esteban’ın son arzusunu yerine getirmek için Lola’nın peşine düştüğü esnada filmdeki diğer anne figürleri ile tanışır. Elbette ki bu kadınlar, ataerkil düzenin kadınlara biçtiği anne rolünün dışında, Almodóvar’ın cüretkar kadınlarıdır.
Erkek Karakterin Ölümü

Almodóvar sinemasında kadın karakterler öne çıkarılırken erkek karakterlerin yok olduğu görülür. Volver – Dönüş (2006) filminin açılış sahnesinde Sole (Lola Dueñas), mezar temizleyen dul kadınlara ithafen burada kadınlar erkeklerden daha çok yaşar der. Tıpkı bu cümledeki gibi, Almodóvar’ın filmlerinde erkek karakterler az yaşar. Dönüş‘te; Raimunda‘nın (Penélope Cruz) kızı Paula (Yohana Cobo), filmdeki tek erkek karakter olan üvey babasını öldürür. Paula’nın üvey babası Paco (Antonio de la Torre), işsiz ve maço bir erkektir. Paco’nun rahatsız edici davranışları üvey kızı Paula’yı taciz etmeye kadar varır. Almodóvar sineması, bir parazit gibi yaşayan bu erkeğin yaşamasına daha fazla izin vermeden onu yok eder. Böylece ataerkil düzenin erkeklik kodlarını beslemez ve normalleştirmez.
Fırtına Öncesi Sessizlik

Tıpkı diğer filmleri gibi, sadece renkleri ve kitsch tarzdaki dekoru görerek bile bir Almodóvar filmi olduğunu anlayabileceğimiz The Human Voice – İnsan Sesi (2020), otuz dakika boyunca adını bilmediğimiz bir kadının (Tilda Swinton) telefon konuşmasını dinlediğimiz bir kısa film. Telefonun karşısındaki sesi ise film boyunca duymuyoruz. Evin içinde kulaklığıyla yürüyen bu kadının monoloğunu dinlerken dört yıllık sevgilisi tarafından terk edildiğini anlıyoruz. Kadın, neredeyse robotik bir sakinlikle aşk ve öfke gibi gelgitli hislerinden bahsediyor.
Elbette Almodóvar, İnsan Sesi‘nde terk edilmiş ve aşık bir kadın portresi çizerken geleneksel sinemanın kadını kurban konumunda görmesinden beslenmiyor. Onun kadın karakteri tekinsiz ve cüretkar. Baltayla sevgilisinin şık takım elbisesini parçalarken fırtına öncesi sessizliği hissediyoruz ve sinir krizinin eşiğindeki bu kadının neler yapabileceğinden çekiniyoruz. Nitekim filmin sonunda kadın, sevgilisinin ne valizini ne de köpeğini almak için bile gelmeyeceğini anladığında tüm evi ve birlikte olan anılarını ateşe vererek yakıyor.
İncelediğimiz filmlerden gördüğümüz üzere, geleneksel ve ataerkil anlayışı reddeden ve anlatılarında kadını aktif bir özne konumuna getiren Pedro Almodóvar sinemasının en ayırt edici özelliklerinden biri kadın teması.