Tarih boyunca insan, kendi aklını Tanrı’nın adaletine yaklaştırmak için çabaladı. Karar verme, yaşamı anlama, iyilikle kötülüğü birbirinden ayırma arzusu… Bunlar insana ait olmayan bir yükün sessizce sırtlanmasıydı. Dostoyevski ise bu yükü bir karakterin omzuna verdi. Ve böylece Raskolnikov doğdu.
Rodion Romanoviç Raskolnikov, bir romanın karakteri olmanın çok ötesinde; vicdanın yasalarıyla aklın kuralları arasında sıkışmış bir bilincin trajik simgesidir. O, “Ben sıradan biri miyim, yoksa seçilmiş biri mi?” sorusunun tam ortasında filizlenen, insanın kendine sorduğu en derin ve en tehlikeli sorulardan birinin bıraktığı bir yaradır çünkü cinayet her zaman baltayla işlenmez; bazen bir fikir, bir bıçaktan daha keskin olabilir ve kimi zaman suçtan daha yıkıcı olan tek şey kendini haklı görmekteki ısrardır. Suç ve Ceza, dışarıdan bakıldığında bir polisiye gibi görünür ama içeri girdikçe anlarız ki asıl suç mekanı Petersburg’un dar sokakları değil, insan zihninin derinliğidir. Asıl ceza ise mahkeme salonlarında değil, pişmanlıkla çerçevelenmiş bir vicdanda verilir.
Raskolnikov Sendromu dediğimiz şey, işte tam bu iç çatışmada doğar ve belki de bu yüzden onu, yalnızca bir karakter olarak değil; herkesin içinde, bir gün sessizce ortaya çıkabilecek bir kırılma olarak görmek gerekir çünkü Raskolnikov, insanın karanlığına ne kadar yakın olduğunu ve bu karanlığın her zaman ona ait bir parça olduğunu hatırlatan, her yansımasında bir yüzleşme olan bir aynadır.
Üstünlük Arzusu ve Çöküşü: Raskolnikov’un İçsel Çatışması

| e-aktug.com
Rodion Romanoviç Raskolnikov, yalnızca yoksulluğun pençesindeki bir hukuk öğrencisi değildir. Onun zihninde, sıradanlığı reddeden tehlikeli bir düşünce filizlenmektedir: üstün insan olma hayali. Bu düşünce, insanın mevcut düzeni aşarak kendi yasasını kendi koyabileceği inancına dayanır ve Nietzsche tarafından ele alınmış olan Übermensch (üstinsan) kavramının izleri Raskolnikov’un zihninde belirmeye başlar.

“İnsan, aşılması gereken bir varlıktır.” (Böyle Söyledi Zerdüşt – Friedrich Nietzsche)
Nietzsche’nin düşüncesinde üstün insan; mevcut değerleri aşabilen, kendi anlamını kendi yaratan kişidir. Ancak Raskolnikov için bu fikir, hem sıradanlıktan kurtulmak hem de tarihe yön veren figürlerle özdeşleşmek demektir. Bu doğrultuda, Raskolnikov da bir tefeci kadını öldürerek hem bireysel hem toplumsal düzlemde daha yüksek bir amaca hizmet etmiş olacaktır. Raskolnikov, bu düşüncenin ardında kendi felsefi sistemini kurmaya başlar. Bu sebeple, bu cinayeti işlemek onun için bir gereklilik hâline gelir.
Raskolnikov’un üstün insan düşüncesi, psikoloji literatüründe Napolyon Sendromu olarak da tanımlanan bir durumu çağrıştırır. Napolyon Sendromu; bireyin kendisini yasaların üstünde biri olarak konumlandırmasıyla açıklanır. Bu duruma, bir Tanrı kompleksi de diyebiliriz. Tanrı kompleksi, bireyin kendisini her şeyin üstünde ve tüm gücü elinde tutan bir varlık olarak görmesidir. Raskolnikov da buradan hareketle, işlediği suçu topluma yararlı bir eylem olarak görür ve bu düşünceyi suçunu haklılaştırmak için bir araç olarak kullanır. Romanın bir bölümünde, Raskolnikov’un vicdanını hiçe sayma çabası şu şekilde dile gelir: “Bu mesele üzerinde uzun uzun düşündüm. Sonra nedense bir anda Napolyon’un bu işten hiçbir şekilde acı duymayacağını, bu hareketin “anıtsal” olmamasının önemli olmadığını anladım. Bu onun gibi biri için durup düşünülecek bir mevzu olmayacaktı, başka çaresi kalmadığı takdirde durup düşünmeden yaşlı kadın işi bitirecekti. İşte ben de… Napolyon’un izinden giderek… Yaşlı tefeciyi öldürdüm. Ve işte tam da bu sebeple işledim cinayeti!”

Raskolnikov’un gerçek trajedisi, vicdanını hiçe sayarak güçlü olma arzusuyla suçu haklılaştırmaya çalışmasında yatar. Nietzsche’nin “Her kim bir canavarla çarpışmayı göze alırsa, bir canavar olmayı da göze alsın. Çünkü uçuruma uzun süre bakarsanız, uçurum da sizin içinize bakmaya başlar.” (İyinin ve Kötünün Ötesinde, s. 146.) sözündeki gibi, Raskolnikov’un suçunu haklı çıkarma çabası, onu içsel bir canavara dönüştürür. Üstün insan olma hayali, ona bir süre için güç verir ancak vicdanıyla yüzleşme gerekliliği, onu derin bir bedelle karşılaştırır.
Sonunda, Raskolnikov’un üstünlük düşüncesi, gerçek üstün olmanın yolunu bulamayan bir karakterin trajedisine dönüşür. O, ne bir Napolyon olur, ne de Nietzsche’nin hayal ettiği üstün insan. O, yalnızca kendi kurduğu hayal dünyasında sıkışıp kalmış, içsel bir çöküşe sürüklenmiş bir figürdür. Dostoyevski‘nin ise burada mesajı açıktır: İnsan, içindeki karanlıkla yüzleşmek zorundadır çünkü gerçek insanlık; ideolojilerle değil, vicdanla mümkündür.
Bilinçaltının Üçlü Döngüsü: İnsanın Kendi Suçuna Tanıklığı

Suç, eylemle başlamaz; fikirle doğar, vicdanla harmanlanır, sessizlikle büyür. Raskolnikov da, zihninde şekillenen bu düşünceyle, cinayeti işlediğinde özgür olacağını sandı. Kurulmuş bir düzenin üstüne çıkacak, kendi adaletini kuracaktı. Fakat bilmediği, belki de bilip bastırdığı şey şuydu: Her insan kendi içinde bir mahkeme taşır. Bu mahkeme ne yasalarla işler, ne de zamanla unutulmaya yüz tutar. Raskolnikov’un suçu da bir baltayla değil, bir düşüncenin ortaya çıkışıyla şekillendi. Ancak ne kadar zekice kurulursa kurulsun, hiçbir suç vicdanın puslu aynasında lekesiz kalamaz.
Sigmund Freud’un psikanalitik kuramına göre insan zihni üç temel yapıdan oluşur: İd, ego ve süperego. Freud, Benlik ve İd adlı eserinde, bu yapıları kişiliğin temel katmanları olarak açıklar. Ona göre; id içgüdüsel arzuların, ego gerçekliğin, süperego ise ahlaki değerlerin temsilcisidir.
İşte Raskolnikov’un iç savaşı, bu üçlü yapının zemininde şekillenir. Tefeci kadını öldürme fikri idin ürünüdür. Ardından ego, bu arzuyu bir fikir sistemine dönüştürerek meşrulaştırır. Ama asıl çöküş, süperegonun sessizce sahneye çıkmasıyla başlar. Raskolnikov’un işlediği suçun ardından gelen pişmanlık tam da bu kavramın ürünüdür çünkü süperego ona şunu fısıldar: “Sen düşündüğün kadar üstün biri değilsin.”
Raskolnikov ne yaparsa yapsın, bu sesi susturamaz. İtiraf etmeden yaşamak, her geçen gün daha da ağırlaşan bir yük hâline gelir. Bu noktada artık mesele bir kadının ölümü değil, vicdanın ölümüdür çünkü insanın kendini affedememesi, başkalarının cezasından daha ağırdır.
Kendinden Kaçarken Kendine Dönmek – Jung’un Gölgesinde Raskolnikov

“Bilinçdışını bilinçli hale getirmedikçe, o sizin hayatınızı yönetecek ve siz buna kader diyeceksiniz.”(Carl Gustav Jung)
Carl Gustav Jung, insanın yalnızca bireysel bastırmalarla değil, aynı zamanda atalarının, toplumunun ve tüm insanlığın bilinçaltında gizlenen karanlıkla da var olduğunu söyler. Ona göre gölge, sadece yasaklanmış arzuların değil; geçmişin, travmaların ve bastırılan potansiyelin bir yansımasıdır. Raskolnikov’un dönüşümü ise, işte tam da bu gölgenin sahneye çıkışıyla gerçekleşir.
Raskolnikov’un gölgesi, yalnızca bir baltanın ucunda değil, kendi düşünce sisteminin satır aralarında gizlidir. Raskolnikov, taşıdığı bu derin karanlığın içinde trajedisini yaşar çünkü her ideoloji ve her düşünce sistemi, bastırdığı karanlıkla var olur ve onu içinde taşır. Raskolnikov’un üstün insan fantezisi ise, yaşamış olduğu aşağılık duygusunu ve içsel çatışmalarını gizlemek için ördüğü bir maskeden ibarettir çünkü gölge; yalnızca yıkıcı değildir, o insana Tanrı’ya yaklaşma yanılsaması sunar. Raskolnikov da bir noktada Tanrı’nın yerini almaya yeltenir. Kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermek, kendi vicdanını ilahi bir güç gibi kurgulamak… Bu, yalnızca ahlaki bir bozulma değil, Jung’un deyişiyle gölgenin egemenliğidir.

Raskolnikov, kitabın bir bölümünde aslında yalnızca birini öldürmediğini, kendi vicdanını, insanlığını ve masumiyetini de yok ettiğini dile getirir. Bu cinayet, onun içindeki karanlıkla yani Jung’un gölge arketipiyle ilk karşılaşmasıdır.
“Sanki ben o mendebur kocakarıyı mı öldürdüm? Ben kendimi öldürdüm, kocakarıyı değil!.. Böylece ebedi olarak kendimi mahvettim… Kocakarıya gelince, onu ben değil, şeytan öldürdü.” (Suç ve Ceza, Dostoyevski)
Raskolnikov’un trajedisi de işte budur: Gölgesiyle yüzleşmeden yaşamak ve sonunda, kaçınılmaz olanla karşılaşır. Sadece bir cinayetin değil, tüm bastırılmış yönlerinin, tüm inkarlarının, tüm maskelerinin ağırlığı altında ezilir. Raskolnikov’un hapishane duvarları ardında yaşadığı sessiz dönüşüm, bu yüzden gerçek bir arınmadır. Gölgesini reddetmeden onunla yüzleşmeyi, kendi içinde taşıdığı kötülüğü inkar etmeden sorumluluğunu üstlenmeyi öğrenmiştir ve belki de bu yüzden Dostoyevski, en karanlık ruhların bile kurtuluş ihtimaline sırtını dönmez çünkü insan, en derin günahlarında bile içinde bir ışık taşıyorsa, orada hala umut vardır. Bu yüzden Raskolnikov’un öyküsü, sadece bir suçun değil; insanın kendini bulma mücadelesinin ve gölgesiyle dans eden bir ruhun hikâyesidir.
Kaynakça:
Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. ”Suç ve Ceza”. Çev. S. Gürses, Can Yayınları, 2017.
Nietzsche, Friedrich. ”Böyle Söyledi Zerdüşt”. Çev. Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yayınları, 2022.
Nietzsche, Friedrich. ”İyinin ve Kötünün Ötesinde”. Çev. Ahmet Cemal, İş Bankası Kültür Yayınları, 2021.
Küskü, Özlem. ”Dışa Bakan Rüya Görür İçe Bakan Uyanır”. Destek Yayınları, 2024
Ünal Rutli, Nüket. ”Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza İsimli Eserindeki Raskolnikov Karakteri Üzerine Nietzsche Felsefesi Açısından Etik Bir İnceleme”. Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019.
Derin, Özlem. ”Gölge: Kişilik Bozukluğu, Gölge Benlik ve Hiçlik”. Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Anabilim Dalı, 2015.
Düşünbil Portal. ”Freud’un Psikanalize Genel Bakış: İd (Alt Benlik), Ego (Benlik), Süperego (Üst Benlik)”. Düşünbil, 16 Kasım 2018, Web. Erişim Tarihi: 20 Mayıs 2025.