Soğuk bakışları ve insana mesafeli duruşu olan modern psikiyatriye, eleştirel bir tavır koyup bu bilime önemli fikir açılımları sunan İtalyan psikiyatr ve akademisyen Eugenio Burgna’nın çokça duyulmuş “Ruhun Yalnızlığı” eserinden özenle seçilmiş pasajları sizler için derledik. Gerçek bir ruh bilimciden yalnızlığın seçimine, örnek vakalarıyla kişilerin içsel muhtevasına dair anlatılar görmek ayrı heyecanlı; kitapta filozof ve sosyologlardan yapılan alıntılara, filmlere, şiirlere rastlamak ise ayrı bir keyif oluyor. Dile pelesenk olmuş depresyon, yalnızlık, melankoli gibi sözcükleri önümüze apaçık bir dille yüreğe dokunan bir biçimde sunan bu eserle tanışmanız için bir fırsat sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz!
- “Bu kitapta, günlük hayatta yitirilen ve sık sık da, yanılsamalardan ve sadece görünüşlerden, kayan yıldızlardan beklenen amaç arayışlarının, dünyeviliğin yutuverdiği yalnızlığın varoluş biçimlerine, dillerine doğru yol almaktayım ve bu yolda, öncelikle, içsel yalnızlık, ruhun yalnızlığı, yaratıcı yalnızlık ile acılı yalnızlık, olumsuz yalnızlık, tecrit yalnızlığını ayırt etmeyi arzu etmekteyim.” (syf.13)
- “Yalnızlık, kökten bir tecrit yalnızlığı olacak kadar katılaşmadıkça, içselliğimize yol almamızı ve korkularımızın, zaman zaman gerçekten de geçerliliği olmayan korkularımızın nedenlerini algılamamızı sağlar.” (syf.14)
- “Aydınlık, karanlık ve acılı olan, her şeye karşın umudun kayan yıldızlarına, sessizlik ve umut sözcüklerine, içsel yalnızlıktan doğan ve canlı olan sözcüklere açık bu yollar boyunca yalnızlığın dillerine doğru yavaş yavaş yürüyeceğim. Franz Kafka’nın dediklerini hiç unutmadan yapacağım bunu: “Gerçek yol tepede değil, yerin azcık üstünde asılı bulunan halattan geçer. Katedilmekten ziyade, insanı tökezletmek için vardır.” “(syf.18)
- “Çölde ya da kendi evimizde, bir manastır hücresinde ya da dağın tepesinde yalnız bulunsak da, dayanışma ve iç diyaloğa, bizi kendi bireyselliğimizin ve kendi “ben” imizin sınırlarının ötesine taşıyan aşkınlığa açıksak eğer, ruhumuzun yalnız olmanın kızgın dikenleri tarafından sızlatılmayabilecektir.(syf.21)
- Tecrit yalnızlığa göre ne ise, dilsizlik de sessizliğe göre odur. Bir diğer deyişle yalnızlıkta, insanların ve nesnelerin dünyasına açık olunur, hatta başkalarıyla ilişki içinde olma arzusu ve özlemi de vardır; bunu karşı savı ise tecrit, daha iyi bir tabirler, insanın kendi içine kapanma, dünyadan ve dünyadaki aşkınlıktan elini ayağını çekme hali olan olumsuz yalnızlıktır.(syf.23)
- “…Ama yalnızlıkta dünyada olup bitenleri dinlemeye ve hayattaki değerlerle ve dayanışmayla uyum içinde olmaya yönelik hayati atılım hiç eksik olmaz; kendi benimizin, kendi bencilliğimizin çorak ve kuru halkalarına takılıp kalmayız.(syf.30)
- “…Ama şurasını kesin olarak söyleyebilirim ki, hiçbir şey geçmeseydi(zamanda), geçmiş zaman olmazdı; hiçbir şey olarak olmasaydı gelecek zaman olmazdı; hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı.” [1] (syf.38)
- “İçsellikten soyunmuş bir yalnızlığın, tecrit şeklindeki sakat bırakılmış ve kurumuş bir yaşam halinin yayılması eğiliminde, günümüz toplumunda hakim olan düşüncelerden birini görmekteyim: Bireyselliği ve ayrı olmayı, diyaloğun ve gerçek iletişimin reddini, kalbin buzlu sessizliğini seçmekteyim. Hal böyleyken, kuşkusuz ki, kaderimizi gerçekleştirmemiz, hep birlikte diyalog , birlik ve ilişki içinde olmamız mümkün olmaz. Ve tecritte insan kendisine ve başkalarına karşı yabancılaşır: İnsan kendi çehresini de başkalarınınkini de tanımaz olur ve bir şekilde, sadece vatanında değil, aile içinde bile bir yabancı oluverir.” (syf. 42)
- “Tecride sürükleyen pek çok neden vardır: Hastalık, özellikle de depresyon hastalığı, insanın hayatına anlam veren, sevilen kişilerin ölümü ya da kaybı anlamlı toplumsal rollerin yitimi ama, en sık rastlanan ve kaygı verici neden bizim kendi kayıtsızlığımız ve duyarsızlığımız, duygusal çoraklığımız, Fronçois Mauriac’ın önceki yada sonraki muhteşem romanlarında öylesine açık bir şekilde betimlediği üzere sevginin reddidir.“(syf.43)
- “Acı ve ıstırap. Acı fiziksel dünyaya, ıstırap ise psişik dünyaya aittir. Birbirinden ayrı ama birbirleriyle bağlantılı ve etkileşim içinde olan iki alan bunlar. Acı belli bir noktada yer alabilir ( baş ağrısı, karın ağrısı), oysa ıstırap bütün varlığımıza zulmede
r, bizi yıpratır, zayıflatır, çoğu zaman da değerimizden düşürür. Acı doğal bir rahatsızlık şeklinde yaşadığımız bir şeydir, kabul edilir, nettir: Bir testere parmağımızı kesecek olursa, elimizin ağrıması doğaldır ve bunda herhangi bir tuhaflık görmeyiz. Acı mazur görülür. Ancak ıstırap için bu geçerli değildir. Istırap bize haksızlık, talihsizlik, hak edilmemiş bir ceza gibi gelir. Ona olan ilk tepkimiz isyandır, başkaldırıdır. Istırap bizi incitir, hatta değerimizden düşürür.” [2] (syf. 48)
- “Psişik acıya, toplumsal kaynaklı acılar eşlik eder: işsizlik kavranması öylesine güç olan iç huzursuzluğa ya da umutsuzluk mevsimlerinde yaşadığımız anlayışsızlıklar buna örnektir. Ancak inanç bunalımından ya da suçluluk hissinden hiçbir suç işlenmediği halde de umudu dağlayan suçluluk hissinden ve günlük hayattaki ilişkilerde ortaya çıkan pek çok olası zorluktan kaynaklanan ruhsal acılar da vardır ve bütün bunlar zaman zaman bizi seven ama içselliğimizde saklı acının gölge ve karaltılarını göremeyen kişilerin huzurunda gerçekleşir.“(syf. 49)
- “Acımda beni kim karşılayabilir? Bana yöneltilen sözcüklerin hepsi kulağıma yalan yanlış geliyor. Sözcüklerin, dillerin ötesine giden bir şey bu. Kendimi yalnız hissediyorum. İçimdeki dramda, fiziksel ve psişik denenmemde yatan biricikliği anlamaya kim muktedirdir ki? Hal böyleyken, kendini bu yalnızlığın içine hapsetmeye ilişkin dürtümü kavrıyorum. Buna karşın, bir yanım iletişim kurmayı da arzuluyor. Bu iki istek beni parçalıyor, biri beni oraya, diğeri buraya çekiyor. Filozofların dediği gibi, acı çok keskin olduğu zaman bize aptalca ve saçma gelir.” (syf.50-51)
- “Thévenot’un son sözleri şöyle: Bana yönümü şaşırtan şey, tam da bana bir zamanlar yaşama sevinci veren bedenim, ailem, çocuklarım, Hristiyan inancım. İmanımı ve sevgimi ayakta tutan bütün bu basit ve katı kanaatlerim yıkılıyor. Tekrar doğrulmak için kime veya neye başvurayım? Kendimi kaybettim! Hristiyan isem, başıma gelenlerde bir anlam bulmaya çalışırım. Etrafımda acıya dair söylenen sözleri dinliyorum. Özellikle de sağlıklı olan kişileri dinliyorum ve dedikleri bana, neredeyse hakaret gibi geliyor çünkü onlar sağlıkla, yaşama sevinciyle dolup taşıyorlar. Acıyla ilgili hep hazır cevapları olan insanlar var. Teologlar, pederler, söylev ve güzel kuramları bitmek bilmeyen iyi niyetli arkadaşlar. Onları dürüstlükle dinliyorum ama duyduklarım genellikle sadece denge yoksunu laf kalabalığı oluyor. (syf.51)
- “… bunun bir nedeni de çekingenliğin sessizliğini tanıyan herkesin yaşadığı bu tür yalnızlığın, uzaklık ve kopukluk, kapalılık ve kibir ifadesi gibi durmasıdır ve çekingenliğin gerçek doğasını, sadece onun yalnızlıkla, içe dönüklükle ruhun acısıyla, elemle olan kopmaz bağını sezebilenler görebilmektedir.” (syf. 53)
- “Her türlü olası depresyon emsali olan Maria Teresa’nın narin ve zayıf görüntüsü gözümün önünde canlanır: Bu kaygıdan kurtulamıyorum. Bu durum beni yiyip bitirdi. artık dayanamıyorum. Kendimi yine hüzünlü, yine umutsuz hissediyorum. İyileşememekten korkuyorum ve iyileşme umudumu yitirmek üzereyim. Acı çekmeye devam etmeli miyim? Bu acı neyden ibaret? Tekrar söylüyorum, fiziksel acı bunun yanında hiç kalır. Bütün insan ilişkilerim bir facia. Dedikoducu birine dönüşmüş gibi hissediyorum kendimi. Her şeyden şikayet eden kızım sanki. Neredeyse değişime uğramaktan korkar gibiyim: Siz bu ihtimali yok mu sayıyorsunuz? Kendimi batağa saplanmış hissediyorum, bataktan çıkma denemelerim gitgide daha zayıf ve umutsuz kalıyor, çırpınışlarım ancak daha çok batmamı sağlıyor.” (syf. 55-56)
- “Melankolideki kaygıya ve umutsuzluğa kapılan kişinin, ilişkileri gitgide daha zor, zaman zaman da imkansız bir hal almaktadır. Ancak melankoli, müziğin beraberinde nasıl da keskin bir acı motifleri getirdiğini de ifşa etmektedir; bunun nedeni, müzik dinlemenin, yitirilmiş bir huzurun stimmungunda, ruh halinde geçirilmiş olan saatleri çağrıştırmasıdır.” (syf.60)
- “Fabrikadayken, isimsiz kitlenin gözlerine ve kendi gözlerime karışmışken, başkalarının talihsizliği ruhuma ve tenime nüfuz etti. Hiçbir şey beden bu talihsizliği çekip koparamıyordu. Öyle ki geçmişimi gerçekten de unutmuşum, hiçbir gelecek planlamıyordum ve o zorluklar karşısında hayatta kalabileceğimi zar zor hayal edebiliyordum. Ruhu nasıl dağlanmıştı? Orada maruz kaldığım şeyler bende öyle kalıcı bir iz bıraktı ki, bugün bile, bir insan, her kim olursa olsun, hangi koşullarda olursa olsun benimle kaba konuşmayacak olsa, ben ortada bir yanlışlık olduğu ve yanlışlığın maalesef ki, açıklığa kavuşacağı hissine kapılmaktan alamıyorum kendimi. Oralarda kölelik mührü, Romalıların en hor görülen kölelere kızgın demirle bastıkları mühürle üzerime daimi olarak kazındı. O zamandan beri kendimi hep bir köle olarak gördüm.” (syf.61-62)
- “Uçurumlardan bakar, kendimizi büyülenmiş gibi hisseder ve uçurumlara doğru karşı konulmaz bir şekilde çağrıldığımızı duyarız. Her talihsizlik deneyiminde, talihsizliğin kendi içinde beslediği kötülük deneyiminde, zamanın bu dönüşümü mevcuttur. İnsan artık geçmişte yaşamaz ve karşısında sonu olmayan bir istikbal uzanmaz, geleceğe dair olası hiçbir umudu
kalmaz: İnsan, zamanı her yönden kuşatan ve taşa çeviren bir şimdiki zamanın yakıcı gerçeğinde yaşar. Talihsizlik, ona maruz kaldığımızda ve üzerimize indiğinde bizi kuşatır.” (syf. 63)
- “Gadamer’in arzu ettiği gibi, acıya mana vermek, acıda varoluşsal sonluluğumuzu kavramak, nadir rastlanır manevi bir güce sahip kişilere has bir şeydir.”(syf. 64)
- “Öz sevgisi olmayan insan gibi, umudu olmayan insan da kesinlikle yaşayamaz.” (syf.80)
Kaynakça
Borgna Eugenio, Ruhun Yalnızlığı, Yapı Kredi Yayınları, 2020
[1] 9 Augustinus, İtiraflar, İstanbul, 1997
[2] 13 R. Kapuschnski, Opere, Mondadori, Milano, 2009