Saint Omer, belgeselleriyle tanınan başarılı yönetmen Alice Diop‘un ilk uzun metraj film denemesidir. Film 2016’da 15 aylık kızını denize bırakmış bir annenin mahkemesini konu alıyor. Gerçek bir öyküye dayanan Saint Omer, 2022 yılı Venedik Film Festivali Jüri Büyük Ödülüne layık görülmüştür. Ülkemizde ilk gösterimini 42. İstanbul Film Festivali’nde yapmıştır
Laurence, Fransa‘ya üniversite için gelmiş olan Senegal asıllı, entelektüel kapasitesi oldukça yüksek bir genç kadındır. Yeni geldiği şehirde evsiz ve parasız kaldığı sıralarda tanıştığı ve kendisinden yaşça büyük bir heykeltraşla ilişkiye başlar. Bir süre sonra ise hamile olduğunu fark eder fakat çocuğun babası, bu ilişkiyi de Laurence ve bebeğin varlığını da herkesten gizlemeyi tercih eder. 15 ay boyunca çocuğuna tek başına bakmak durumunda kalan Laurence, sonunda bebeğini bir kumsaldan denizin gelgitine bırakır.
Çocuğun cesedinin bulunması üzerine dava açılır ve Afrika kökenli bu kadının bebeğini öldürme davası basında ilgiyle karşılanır. Edebiyat öğretmeni olan Rama ise bu dava ile üzerinde çalıştığı Medea efsanesi (merak edenler için Medea’nın hikayesini daha önce yazmıştık) arasında bir paralellik fark ettiği ve davayı izlemek istediği için Saint Omer beldesine gider.
Mahkeme boyunca Laurence ve Rama başta olmak üzere karşılaştığımız tüm kadın karakterlerin hikayelerinden yola çıkarak günümüzde çokça tartışılan azınlık kalmak, kadın olarak var olabilmek ve annelik kavramları üzerine derin bir sorgulamada buluyoruz kendimizi.
Azınlık
Kendisine bakan her yüzün vardığı ilk yargı Laurence’ın ten rengi ve kökeni üzerine oluyor. Halbuki konuşmasından, tavırlarından, kelime seçimlerinden dahi Felsefe öğrencisi bu genç kadının zekası ve entelektüel kapasitesi belli olmaktadır. Buna rağmen Wittgenstein üzerine çalışmak istediğini söylediğinde hocasından aldığı olumsuz cevabının sebebi kökenidir. Neden izin vermediği sorulduğunda hocası “kendisine ait olamayacak bir felsefeye sığınamayacağını” cevabını vermiştir. Senegalli siyahi bir kadının, Avusturyalı bir filozofu anlayamayacağını iddia etmiştir.
Keza sevdiği ve sığındığı adam da Laurence’ı ve onun kanından olan çocuğunu kendi çevresine tanıtmaktan çekinmiştir. Güzel bir gelecek umuduyla geldiği Avrupa kentinde her alanda karşılaştığı Zenofobi, belki de Laurence’ın büründüğü sert ve acımasız bakışların nedenidir. Laurence’ı sorgulayan polis amiri de Afrikalı bir kadının çocuğunu öldürmesinin altında “onun kültürüne” ait olduğuna inandığı büyücülüğün yattığını iddia etmiştir. Laurence zekası hafife alınamayacak bir kadındır ve bunu lehine kullanmaktan çekinmez.
Kendisine sunulan bu kaçış teklifini değerlendirmiş ve dava boyunca büyücüler yüzünden çocuğunu öldürdüğünü öne sürmüştür. Falcılarla yaptığını iddia ettiği konuşmaların telefon kayıtları olmamasına ve falcıların Laurence’ı tanımadıklarını söylemelerine rağmen bulduğu kaçış yolunda ısrarcı olmuştur. İnsanların önyargılarını kullanarak tıpkı onlar gibi Laurence da yaptıklarının sorumluluğunu kendisinden ziyade, ondan beklendiği gibi ait olduğu kültüre ve kimliğine yüklemiştir.
Annelik
Bir kadını tanımlayan sıfatların başında çoğu zaman anne gelir. Bebeğini nüfusa kayıt ettirmemesi ve hatta annesine dahi varlığından söz etmemesi Laurence’ın bu sıfatı istemediğini kanıtlar nitelikte. Akademik kariyeri oldukça parlak olabilecek bu genç kadın halihazırda sırtlandığı ve zorluğunu çektiği azınlık kimliğinin yanında annelik ile de baş edememiştir. Tek başına etmesi de zordur. Zira kadın olarak kendi varlığını ve gücünü ispatlamanın dahi hayli zaman aldığı günümüz dünyasında öteki görüldüğün bir toplumda bir başka canı da yaşatabilmek zor iştir. Kendisine neden çocuğunu öldürdüğü sorulduğunda da bu cevabı verecektir, “Böylesi daha kolaydı”.
Saint Omer, Laurence dışında da birçok anne ve annelik perspektifi ile karşılaştığımız bir film. Rama’nın kendi annesi ile sağlam olmayan ve çeşitli travmalarla örülmüş ilişkisinden yola çıkarak oluşturduğu annelik algısını, hamileliği ile birlikte yeniden şekillendirme çabasında olduğunu görüyoruz. Fakat bu esnada annelik işinde başarılı olamamış Laurence’ın öyküsüne tanık olması, bir yandan da kızının hayatından kayıp gitmiş olan Laurence’ın annesi ile tanışması ondaki çeşitli korkuları yeniden tetikliyor. Kendisiyle aynı kökenden gelen Laurence ile onu ayıran fark ise şu; o bu korkuları yaşarken yalnız değil, tüm sıkıntılarını ve hayatın getirdiklerini paylaşabileceği bir partneri var.
Buz gibi yüzü ve soğukkanlı cevaplarıyla dava boyunca, suçu onu kandırdıklarını iddia ettiği büyücülere atan Laurence, en sonunda dizleri üzerine eğilip, acısını mahkeme salonundaki tüm kadınlarla paylaşarak ağlamaya başlıyor. Ve aslında onun da bu yükü yalnız taşımak istemediğini, kendi içinde bile bu suçu başkasına yıkmak istediğini anlıyoruz. Sahiden de bu dava da tek suçlu sahip olduğu her kimliğiyle yaşamak adına mücadele vermek zorunda bırakılan genç bir kadın olabilir mi?