Türk edebiyatındaki klasik olay öyküsü geleneğini yıkan, Burgazada deyince ilk akla gelen ve balıkçıların, kuşların, denizin öyküsünü en duru bir biçimde kaleme alan, Burgaz’dan Beyoğlu’na mekik dokuyan, yazmayı dünyevi bir hırs olarak görüp günün sonunda “Yazmasam deli olacaktım. ” diyen öykücümüzdür Sait Faik Abasıyanık. O, öykülerinde İstanbul‘u yalnızca bir mekan olmaktan çıkarıp, onu bir ana karakter gibi işledi. Yıllar boyu pek çok devlet tarafından başkent ilan edilen, uğruna en ünlü şairlerin ve yazarların nice eserler verdiği İstanbul’a gelin bir de Sait Faik Abasıyanık‘ın gözünden bakalım.
Geç Osmanlı ve İlk Cumhuriyet Dönemi İstanbul
1906-1954 yılları arasında yaşamış olan usta öykücü, Osmanlı’nın son dönemlerine tanıklık etmekle birlikte çiçeği burnunda bir cumhuriyet rejiminin ilk yıllarına da tanıklık etti. Geç Osmanlı dediğimiz bu dönemde İstanbul’da Türkler, Yahudiler, Rumlar gibi çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Bunu onun eserlerinde açıkça görme şansı buluyoruz. O ve tüm karakterleri, yıkılmış bir imparatorluğun son çocuklarıdır. Yıllarca yedi kıtaya hükmetmiş Osmanlı; artık son kozlarını oynuyor, bazı reform hareketlerinde bulunuyor, “Ben hala ölmedim, yaşıyorum” dercesine can çekişiyordu. İstanbul’da açılan modern okullar, tiyatrolar, sinemalar bir yana dursun özellikle Pera (şimdiki Beyoğlu) ve Galata gibi bölgelerde modernleşmeye yönelik adımlar atılmıştı. Ancak bu kültürel gelişmeler, Birinci Dünya Savaşı‘ndan yenik çıkan Osmanlı’yı ve elbetteki İstanbul’u siyasi anlamda kurtarmaya yetmiyordu. Uluslararası güçlerin ensesini artık yanı başında hisseden İstanbul, gerçi farklı devletlerin hakimiyetine girmeye çok alışkın olsa da , bu zamansız devir teslim törenini kanıksamış gibi durmuyordu. Sait Faik‘in öyküsünde bir Yahudi, bir Hıristiyan kimi zaman bir Rum, Beyoğlu’nun renkli sokaklarında avare gezen nice insan işte bu İstanbul’un siluetini çehresinde taşır. Yıkık bir devletin ve koskoca bir imparatorluğun başkenti , artık yeni bir cumhuriyeti karşılamaya hazırdır. İnsanlar büyük trajedilere tanıklık etmiş, ölüm ve savaş gerçeği zamansız bir ok gibi düşmüş olsa da İstanbul‘a, onun öykülerindeki bu şehir pek çok defa yaptığı gibi tozunu silkip ayaklanacak ve yeni bir rejimin önünde saygıyla duracaktır.
Sait Faik Eserlerinde İstanbul
Semaver
“Kış Haliç tarafında İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk
kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler,
mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın üstünde bir müddet dinlenirler,
kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil serpilmiş salep içerlerdi.” (Semaver)
Sait Faik’in ilk öyküsü Semaver ‘den aldığım bu alıntı belirli bir bölgede yaşayan insanların bazı sosyolojik gerçeklerini gözler önüne sererken bunu o bölgedeki iklim koşullarının gerçekliğini de okuyucuya sunarak yapar. Herhangi bir canlıyı yaşadığı yerin siyasi, kültürel ve coğrafi özelliklerinden bağımsız ele alamayız. Bu paragrafı okuyan ve İstanbul hakkında yeterince bilgisi olmayan biri bile İstanbul’daki bir kış mevsimini zihninde canlandırabilir, İstanbul’un ticaret ve sanayi şehri olduğunu çıkarabilir ve geniş zamanla kurulan cümle yapısından ötürü metropol insanının çalışma hayatındaki tekdüze ve kimi zaman “robotlaşan” yaşamını sosyal gerçeklik bakımından inceleme fırsatı bulabilir.
Son Kuşlar
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.”
(son kuşlar)
Sait Faik‘in Burgazada‘da geçen bu öyküsü geniş iklim tasvirleri ve ada betimlemeleriyle başlar. Adanın koşulları serttir, “öteki yakada yaz daha pılısını pırtısını toplamamışken, kış adanın bir tarafına yerleşebilmek için rüzgarlarını poyraz, yıldız, maestro, dıramudana , gündoğusu, batı karayel halinde seferber etmiştir.” Ardından yine dünyevi hırslardan uzak bir yaşam özlemi gözümüze çarpar. Öykücümüz bu dünyaya “doğa ve kuşlar” sayesinde ulaşabileceğini düşünür ve hatta genelleme bile yapar. Ta ki Konstantin ve Mühendis Ahmet Bey‘i görene kadar… Konstantin sevilen ve adalılar tarafından saygı gören, şakacı bir karakter olarak tasvir edilir bununla beraber Mühendis Ahmet Bey de okumuş, eğitimli biridir. Buna rağmen Konstantin adadaki kuşları avlar, Mühendis Ahmet Bey de çocuklara çimleri yoldurur. Kahraman anlatıcı her ne kadar bunu gerekli mercilere bildirmiş olsa da nafiledir. Elbetteki bu durumu ne Adaların ne de günümüz İstanbul’unun durumundan bağımsız düşünemeyiz. Geldiğimiz noktada yalnızca İstanbul bile değil ülkemiz siyasi, sosyal koşulları topraklarını koruyamıyor, siyasi rant ve menfi çıkarlar güzel İstanbul’u ve Adalar’ı tahrip etti. Megakent İstanbul koca bir beton yığınına dönüştü. Bir üniversite öğrencisi olarak ilk defa İstanbul’a uçağın penceresinden kuş bakışı olarak aşağı baktığımda ürkmüştüm. Böylesine koca bir beton yığını içerisinde sağlıklı kalabilmek, mutlu olabilmek, yaşamı güzelleştirebilmek ne kadar mümkündü ki? Ben bu şehirde asla “ben” olamayacak mıydım? Gökyüzünden bakarken bana uzunca ve dar gelen bu yollar kıvrılarak nereye ulaşıyordu, hangi beton yığınının arasından süzülerek “insanlara” varıyordu?

“Bizim Ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergahı olmalı ki, hep ya üstümden ya solumdan geçiyorlar.”
(son kuşlar)
İstanbul‘un üzerinden geçerken ne yazık ki yalnızca Adalar manzarası bir görsel şölen sunuyor. Konstantinlerin, Mühendis Ahmet Beylerin tahrip etmediği senaryoda böyle olacak gibi de görünüyor. Bir gün Moda Sahil ‘den Adalar manzarasına bakarken Sait Faik’in öykülerini değil, o müteahhitlerin zenginliklerini “aklımız yettiğince” kavramaya çalışacak ve o evlerde oturan insanların yaşam standartlarını konuşacağız. Sohbetlerimiz de manzaramız da pek iç açıcı olmayacak.
Son Bakış
Galata‘daki Rum kemancılar, yoksul işçi sınıfı, azınlık kesimin oluşturduğu rengarenk toplumsal örgü, sınıf farkının acımasız ve soğuk gerçeği, boğaz kıyıları, eski İstanbul semtleri, gece hayatı, balıkçılar … İstanbul onun öykülerinde çok melankolik, çok romantik bir anlam kazanıyor. İstanbul’un anlatılacak çok şeyi var ve Sait Faik bunun sonsuz ırmağından beslenmiş. İstanbul’la sevgili olmuş, her bir parçasıyla dans etmiş. Dünyevi hırsların zirvede olduğu bir şehirde dünyevi hırslarından arınmak istemiş. Onu anlamak biraz da bunu özümsemektir. Öykülerindeki tüm bu koşturması; kimi zaman bir köy kahvesinde, kimi zaman bir gemide, kimi zaman bir meyhanede insanı anlatmaya çalışması onu bir anlamda içsel bir yolculuğa ve dünyevi hırsından arınmaya iterken öte yandan başka bir hırsı da doğurur: yazma hırsı. Bunu en güçlü bir biçimde kendisi şöyle açıklar: “Söz vermiştim kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da , bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum, Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Bir taraftan hiçbir tutkuyu dünyevi bir hırs haline getirmek istemezken, öbür yanı yazma tutkusuyla veya onun bakış açısıyla hırsıyla doludur yazarın. Tam olarak bu çatışmadan doğan onlarca öykü, bize onun gözünden İstanbul’u sunar.
Kaynakça:
Abasıyanık, Sait Faik. Son Kuşlar. İstanbul: Türkiye İş Bankası , 2012.
Abasıyanık, Sait Faik. Semaver. İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2012.
“Mina Urgan’ın anılarında bilinmeyen yönleriyle Sait Faik” İnsanokur. Web. 31.08.2024
“Sait Faik Abasıyanık görseli” Söylenti Dergi. Web. 31.08.2024
“İstanbul görseli” Söylenti Dergi. Web. 02.09.2024